Kategori arşivi: Güncel

Ermeni “meselesi” hakkındaki düşüncelerim

Bu blog, kişisel notlarımı üzerinde uzun uzun düşünme gereği duymadan not ettiğim bir karalama defteri. Üzerine çok eğilme fırsatı bulamamış olsam da oldukça uzun süredir sürdürdüğüm bir çeşit kaçamağım.
Bu bloga sahip olmanın benim için şöyle güzel bir yanı var: 12 sene önce yazdığım bir yazıya baktığımda vay be o zaman nasıl da farklı düşünüyormuşum diyebiliyorum.
Kişisel düşünce tarihimin aşamalarını bir bakışta görebiliyorum.

“Dünya görüşü” denen şeyi iki boyutlu bir harita gibi düşünürsek, ben o haritada epey yolculuk ettim. Kalmak istemeyeceğim duraklara da uğradım, sırf meraktan turist gibi de dolaştım. Yolculuğa başladığım yer ile şimdi olduğum yer o kadar farklı ki, hâlâ ben nereye aitim sorusunun yanıtından emin değilim. Bu ülkede insanların dünya görüşlerini birbirinden ayıran anahtar parametrelerden, din, muhafazakarlık, militarizm, seçkincilik, halkçılık, devlete bakış, sol/sağ ayrımı vs. konularda benim düşüncelerim 10-15 sene öncesine göre taban tabana zıt artık. Türkiye’nin son 10 senesini bilinci açık yaşamış her Türk vatandaşı için bu tür bir dönüşüm kısmen kaçınılmazdır diye düşünüyorum.

Fakat, böylesi bir dönüşüm sürecinde bakıyorum, yine önemli tartışma konularımızdan biri olan Ermeni soykırımı ya da techiri meselesinde benim düşüncem pek değişmemiş. İlginç. Konunun kendisi aslında üzerinde yazı yazmaya değer bile değil artık. Yıllar önce olup bitmiş bir olay. Ve şimdi ben, birine sırf Ermeni ya da başka bir milletten olduğu için kötülük eder miyim? O bana Türk olduğum için kötülük etmeye kalkarsa Çingene mahallesi kavgasına girer miyim? Geçelim bunları. Küçük ya da büyük hiçbir kavgamız kimliğimizle ilgili değil bizim. Biz Türk ya da Ermeni diye birbirimizi yerken paranın ırkının en saf ırk olduğunu keşfetmiş birileri bizim kavgamız üstünden kâr etmenin yollarını bulmuş olurlar bile ve bunu düşünmek öfkemizin yönünü de belirler, değil mi? En azından bu kadarını el yordamıyla bulabiliriz. Öyleyse ilginç olan ne bu hikayede? İlginç olan bu meselede benim görüşümü netleştirmemi sağlayan çıkarımlar. Onlardan söz edelim.

Birincisi, bu ülkede, uzmanlık alanı bu olan insanlar dahil hiç kimse, Ermeni meselesini bir dış sebep olmadan konuşmuyor. Bu yazıyı, dün Amerikan Başkanı 24 Nisan anma bildirisinde “genocide” sözcüğünü kullandığı için, evet, sırf bir iki danışman böyle bir sözcük yazdığı için yazıyorum. Çünkü dünden beri sırf bu basit sebep yüzünden kıyamet kopuyor. Madem bu kadar doluyuz bu konuda, madem bu kadar haklıyız, neden tüm kavgamızı Allahın dünyadan bi haber Amerikan demokrat kırolarının laf arasında deyip geçtikleri bir saçma söz üzerinden yapıyoruz?

İkincisi arşivleri açalım muhabbeti.. Bunu biraz daha entelektüel açıdan özgüveni olan arkadaşlar dillendiriyor. Herhalde arşivde mühürlü bir kağıt var ve üzerinde yaptık ya da yapmadık yazıyor. Allahın orijinal sözlerinden oluşan ve sırf bu işle iştigal eden bir melek tarafından getirilmiş, tek bir harfi bile değiştirilmemiş bir kitap üzerine bile “ilahiyat” diye bir “bilim” dalı üretmişiz ama arşiv denen şeyin kapısını açıp gidip bakarsak sonucu göreceğimiz ve tartışmaları bitireceğimiz bir şey olduğunu iddia edip tarih bilimini çöpe atabiliyoruz. Bu sanırım çok düşünmemiş olmanın, bir konu üstüne farklı kitaplar okuyup kararı kendin vermek gibi bir ayrıcalığı hayat boyu yaşamamış olmanın hazin sonucu.

Üçüncüsü ve bence en yüksek ağırlığa sahip olanı şu: Bu memlekette son birkaç senede, devleti yönettiğini iddia eden iktidar kurduğu ortaklıklar bitince fikir ve dünya görüşü olarak tamamen kendinden olanlara bile nasıl zulmetti görüyoruz. Onları geç, bunun bir iç kavga olduğunu düşünebilirsiniz haklı olarak. Bu ülkede kendisi gibi düşünmeyen insanlara düşman olma, ona gün yüzü göstermeme kültürünün ne kadar derin kökleri olduğunu her gün görüyoruz. Bu adamlar 106 sene önce “gavur” lara mı merhamet edeceklerdi? Mantıklı geliyor mu? Gelmiyor değil mi..
Diyeceksiniz ki, şimdiki iktidar ittihatçılara misal olur mu? Tamamen olmaz tabi. Ama benim örnek gösterdiğim ikitdar/ittihatçılar değil. Onların yaptıklarına kayıtsız kalan hatta destek veren halk. 12 Eylül’e destek verenlerle tarikat ortaklı dinci faşizme destek verenler aynı halk. Bunlar için Enver Paşa ile Erdoğan çok fark etmiyordur bence. Bu “potansiyel” ürkütücü değil mi?

Bu kadar büyük bir vahşet yaşanmış olabilir mi diye ben de bazen kuşkuya düşüyorum. Ama bir de şunu düşünün: Şu günlerde konuştuğumuz bir skandal var. İktidar belediyeleri hizmet pasaportları çıkarıp binlerce insanı Avrupa’ya kaçırmış. Bunlar Malatya Elazığ Bingöl gibi illerden adam toplamışlar.Belediye meclisi’nde karar çıkarıp kaymakamlıklara onaylatıp Almanya’ya insan götürmüşler. Aynı adamlar Almanya bizi kıskanıyor diyorlar mı? Diyorlar.. Aynı halk inanıyor mu inanıyor.. Devlet imkanları ile ülkeden kaçan o binlerce insanı tanıyan, sülalesine kadar bilen yüz binlerce insan yaşıyordur oralarda. Ve hepsi de Almanya bizi kıskanıyor denince inanıyor, alkışlıyor. İşte bu insanların 106 sene önceki hallerinden söz ediyoruz.
Sanırım paragrafın devamını yazmama gerek yok.

Bugünden geçmişe bakmak adına güzel bir konu oldu bu ama fazlası değil. Biz kabul etsek nolur etmesek ne olur. Biz kendimizden dediğimiz insanlara ne kadar merhamet gösteriyoruz ona baksak yeter. 106 sene önce, Dünya Savaşı’nın ardından gelen kaosta yaşanmış şeyleri yorumlamak bizim için verimli bir çalışma alanı değil bence. Şimdilerde muhalefet olma iddiasındaki düşük profilli insanların Amerika’ya tarih dersi vermesine tanıklık edeceksiniz. Sabırlar dilerim.

Medya bile lazımmış.

Ekmek almak için fırına çıkmıştım ve bir tane de Cumhuriyet gazetesi aldım. “Covid19 tespit edilen kişi sayısı 5 oldu” gibi bir manşeti vardı yanlış hatırlamıyorsam. Ondan sonra bir daha gazete falan almadım. Bazen bir şey sarmak veya ateş yakmak için gazete lazım oluyor. Balkonun altındaki depoda tomarla gazete var. Bazen hemen hemen hiç okunmamış cillop gibi Zaman gazetelerine denk geliyorum. Esrarengiz bir biçimde bu gazeteleri milletin kapılarına bırakıyorlardı. Bunlar o döneme ait nüshalar. Harekete haksızlık ediliyor tadında yazılarla dolu. Birkaç tane cemaatçi yavşak ülkenin sahibiyle açıktan pazarlık edecek diye amma da kağıt israf etmişler.
Bazen Posta ya da Sabah gazetesine denk geliyorum. Bu gazetelerde kendinden emin, hatta biraz kasılmış bir genç adamın altında ekonomiye dair kendi kendine üç-dört kez tekrarlayınca sadece gülünç gelen cümleler yazılı oluyor. O genç adam 3 aydır kayıp. Bizim standartlarımıza göre bile fazlasıyla tuhaf bir şekilde ansızın istifa edip ortadan kaybolmasının ardından bunun haberini bile yapmaktan korkan çanak yalayıcı bir it sürüsü şimdi sanki ülkenin sahibi olan adamın damadı olan ve senelerce ekonomiyi yönetmeye çalışıyor gibi gözüken bu adam sanki hiç varolmamış gibi davranıyor.
Neyse ki, gazeteleri uzun süre görmek zorunda değilim. Soba ya da mangal yanar yanmaz beni geçmişe götüren bu sahneler gözden kayboluyorlar.
Çok uzun zamandır gazete almıyorum. Yine çok uzun bir zamandır TV de izlemiyorum. Aslında bu kavramı artık ayırt etmek zamanı geldi: Biz evde TV yayını izlemiyoruz, TV denen bir yüzeyi tamamen ekran olan, duvara asılı büyük aygıttan bizde var, hatta onu her gün açıyoruz. Ama orada patronu adına iktidarı yalayan onursuz adam ve kadınları göstermek için elektrik harcamıyoruz artık.
Ben bir zamanlar bilgisayar başında çalışırken TV’de aktüaliteye dair programları açardım. Konuk(lar) davet edilen konuşmalı programlar olurdu. Çok uzun bir süredir onları da izlemeyi bıraktım.
Eskiden ne diyor acaba bu yavşaklar diye arada girip baktığım “yandaş” ve hatta resmen “trol” haber siteleri vardı. Zavallı insanların kolay kolay hayır diyemeyecekleri şeylerin arasına parti bülteninde bile yazılması kıroluk olacak kabalıkta cümleleri serpiştirip bolca da futbol geyiği ile harmanlayıp etsiz çiğ köfte yaparlardı. Epeydir onların da hâli nice bilmiyorum.
Benim gibi, sosyal bilimler alanında eğitim almamış, kültür sanat yazın faaliyeti takip etmek gibi bir lüksü olmamış, yazılı basınla ilişkisi zamanında arada gazete okumak olmuş olan sıradan bir vatandaşı bile bu medyadan bu kadar bilinçli ve kesin bir seçimle uzaklaştırmış olmalarına dikkatinizi çekerim.
Ben şu yavan hâlimle, değil yazısını okumak, karşıma canlısını çıkarsanız iki üç dakika içinde siktir çekeceğim insanların yazar ya da aydın diye gündemde tutulmalarını anlayamıyorum. Türk ana akım medyasından bu kadar iyi yalıtılmış olduğum halde bana Rasim Ozan Kütahyalı, Nagehan Alçı, Hilal Kaplan, Ahmet Hakan ve adını şimdi ezberden yazma imkanım olmayan daha militan birkaç iktidar yalakası kokuları nereden geliyor inanın bilemiyorum.
Arada twitter’da, haber kanallarında icra edilen tartışma programı tiyatrolarından klipler görüyorum. Yok falanca füze atmış (bu lafı uyduran davarolar da artık füzeyi ne zannediyorarsa) yok filanca ötekinin suratına neler demiş. Ben takip ettiğim kitlenin sonucu olarak “muhalif” geçinen güruhun bu şekilde paylaşımlarını görüyorum. Ötekilerin durumu nedir düşünmek bile istemem. İktidarı yalamak için neredeyse evrim geçirip bir taraflarından yeni bir dil bitecek insanların kanalına çıkıp muhalif konuşma yapıp ertesi gün de twitter’da klibi yayınlanan arkadaş bigbang’den öncesini anlatsa ne yazar?
Madem başladık bir daha da dönmemek üzere bu programlara dair son hatırladığım şeyleri de yazayım.
Olay şudur: İktidar bir gündem belirler ve bunun gerçekte bizim yaşadığımız hayatla alakası bile yoktur. Aynı beş tip o akşam bu gündem hakkında konuşmak için televizyona çıkarlar. Bunların arasında muhalif olanlı da vardır ha. Öğretmeninden söz isteyen ilkokul çocuğu gibi sunucudan konuşma hakkı dilenirler. Diş geçirebildikleri bir “karşıt görüşlü” varsa o esnada nedense kameraya bakmadan atıp tutarlar. Bir de neden bilmiyorum bunlar söz sırası kendilerinde değilken telefonlarıyla oynuyorlar ve en dikkatimi çeken de akıcı ve spontane konuşma yeteneğine kenarından bile sahip değiller.

Türkiye Instagram Facebook ve Twitter aboneliği sayısında nüfusuna oranla dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olsa da bu sektörler başta iktidar olmak üzere kitlesel siyasi partilerin paralı trollerinin kirletilmiş bilgi çöplüklerine dönmüş durumdadır. Bu iktidarın yok etmek konusunda en başarılı olduğu şeylerden biri de kuşkusuz medya. Medya, “kitlelere” gündemi daha takip edilebilir kılmak için maymunluk yapmak demektir. Bizde artık bu kamu hizmetini gören maymunlar yok. O yüzden bu necip millet peynire zam geldiğini fiyatlar 2,5 katını geçtikten sonra yavaş yavaş anlar gibi olmaya başladı. Ekonomik durumu anlaması bile yıllar geçmiş olmasına rağmen henüz tam mümkün olmayan bu aziz millet haliyle sosyal hayatımızın yüzlerce sene geriye gittiğinin, eğitim kalitemizin yerlerde süründüğünün, doğamızın bilinçli bir şekilde yok edildiğinin, çalışan haklarının ve orta sınıf yaşam standardının birkaç yaratılmış oligarkın zenginliğine kurban edildiğinin elbette farkına varamıyor. Ve bunda yukarıda uzun uzun anlattığım, gündeme kolay erişimin artık mümkün olmamasının büyük etkisi var.

Son yıllarda bu ülkenin her bir ayrıntısına dair en çok yaşadığım duygu, zamanında beğenmediğimiz şeylerin kaybettikten sonra değerini anlamış olmak. Bu basit blogda bile, geçmişte neleri eleştirdiğimi görünce kendi kendime hayret ediyorum. Şimdi o eleştirdiğim şeylerin daha kötüsünü geri getirmek için büyük mücadelelere gerek var. İşte tüm yanar dönerliği, can sıkan basitliği ve gerekmese bile birilerinin borazanı olmadan duramama huyuna rağmen çok sesli medya lazımmış be birader. Bunu bile aratır oldular bize..

Sıcak bir zemheri

Bu sabah yataktan kalkınca saate baktım: 8.20’yi gösteriyordu.
Perdeyi araladım. Sokak lambaları henüz yanıyordu.
Sonra salona geçip gece lambasını yaktım.
Normalde ilk işimin sobayı yakmak olması gerekirdi ama kısık çalışan kombi yeterli oluyor evi ısıtmaya.
Bilgisayarı açtım. Windows’un başlat menüsündeki Hava Durumu canlı kutucuğuna tıklamışım yanlışlıkla. Ben masadaki notlarıma bakarken ekranda lacivert bir fon üzerinde 10 günlük hava durumu listelenmişti.
10 gün boyunca yağmur gözükmüyor ve sıcaklık bugün 18 derece verilmiş.
Tam şu satırı yazarken yine kontrol ettim: Tarih 26 Aralık.
Benim çocukluğumda yeni yılda kar yağacak mı diye bir heyecanımız olurdu. Hiç unutmuyorum, bir sene tam yılbaşı akşamı saat 8 gibi müthiş bir kar başlamıştı ve o gece her taraf bembeyaz olmuştu. Bunun hangi sene olduğunu sorup öğrenmem lazım. İnsan yaşlandıkça geride birbirine benzeyen çok senesi birikmeye başlıyor.

Kurak bir sonbahardan sonra kurak bir kışa girdik. Zemheri dedikleri dönemdeyiz ama kışın karanlığından başka bir şeyi yok. Ne yağış var ne de soğuk. Bu yazıyı yazarken aklıma 4 sene önce yazdığım 27 isimli yazım geldi. O zaman bir Kasım akşamında havanın 27 derece olması beni şaşırtmış. Bugün öğleden sonra dışarı çıktığımda sıcaklık 20 dereceydi. Aralık 26’da. Sadece dört sene içinde buna şaşırmama şaşırır bir duruma gelmişiz.

Bizimki gibi yerlerde küresel ısınmayı dert etmek gündelik koşuşturmacalarla ilgisi olmayan birinin özenti bir hobisi gibi duruyo olsa da bizim onu dert etmememiz onun gündeminde de bizim olmayacağımız anlamına hiç gelmiyor. Yaşadığımız coğrafya bu çalkantıdan en sert şekilde etkilenecek.

Bahçede çalışırken düşündüm: Gündemde kuraklık var ve büyük şehirlerde su tasarrufu yapmak için söylenen bir iki beylik laftan öte bir şey yok gündemde. Peki, ne yapılabilirdi? Buna yanıt veremiyorum. “İnsanlar” iklim değişirken ne yapabilirler ki? Bırakın bizimkisi gibi ilkel toplulukları, uygar toplumlar bile hiçbir şey yapamazlar bu gidişatı durdurmak için. İçinde doğduğumuz koşullar bu hale sokmuş dünyayı. Bundan ne derecede vazgeçebileceğimiz üstünde bile anlaşamayız ki. İnsanlık böyle yavaş ama güçlü değişimlere tepki verebilecek bir uygarlık kurmamış. Daha kötüsü insan doğası da buna uygun değil.

İşin uygarlık ve insan doğası yanına kadar inmeye gerek yok. Biz, koskoca bir ülkenin bir köşesine devasa bir şehir kurmuşuz ve tüm ekonomimizi o şehirdeki düşük katma değerli faaliyetlere bağlamışız. O şehri beslemeye, o şehrin suyunu karşılamaya ve o şehrin pisliğini bertaraf etmek için oldukça verimsiz bir şekilde çabalıyoruz.. Zaten kırılgan olan bir dünyada, kolayca üretebileceğimiz tarım ürünlerini bile ithal ederek bu kırılganlığı akıl almaz bir budalalıkla arttırmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Görünen o ki, biz “muasır medeniyet” seviyesine çıkıp kentlileşene kadar, bildiğimiz anlamdaki kentler sürdürülebilirliğini yitirmeye başlamış olacaklar.

Bunca insanın beni bu kadar korkutan bir şey hakkında durup bir an bile düşünme gereği duymaması beni de kendimden şüphe duymak zorunda bırakıyor.
Kuraklık sezonluk bir şey olabilir mi? Belki de iklim düşündüğümüz şekilde değişmez ya da değişse bile bu beslenmemiz, ekonomimiz ve yaşam standardımız üzerinde olumsuz etki yapmaz, değil mi? Ben hayal ettiğim araziyi alırsam, bir ev daha yaparsam ya da arabamı değiştirirsem kızım için iyi bir gelecek inşa etmiş olabilirim belki?
Tüm bu soruların birer soru olarak kalmalarını isterdim ama en korktuğum kısmı burası: Bunların yantını çok yakında öğreneceğiz gibi duruyor.

Aşının içindeki transistör

Türk “aydın”ından nefret eden, bunlarla uygarlaşacağımıza oturup onurumuzla ortadoğulu olalım diyen bir düşünce şekli var. Bu düşünceye mensup bir-iki arkadaşım var benim de. Onları trollerken, genellikle konuya giriş şeklim şu olur: Kendini aydın ya da entelektüel olarak görmek bile bir çabadır. Evet birbirlerinin kopyası gibiler, evet genelde halktan ve hatta yaşamdan kopuklar, evet pek bir halttan anladıkları yok.. Ama sandık kurup demokrasi bayramı yapıp idareci seçen ülkede yine de onlarla uğraşmaya devam etmeliyiz. Çünkü, bizimki gibi ülkelerde, kara kalabalığın karşıtı, onunla yaratıcı bir çatışmaya girecek olanlar yine onlar.

Bazen içtenlikle böyle düşünüyor olmama rağmen, Türk “aydın” sınıfının güncel eğilimlere bakışındaki temelsizliği gördüğümde ben de o arkadaşlarıma katılmaktan kendimi alamıyorum.

Güncel konu “aşı karşıtlığı”. Sosyal medyada sesi çok çıkan pek çok ünlü kişi aşı karşıtlığıyla dalga geçiyor. Aşıların yüksek teknoloji ile üretildiğini, bu işte gerçekten akıllı insanların çalıştıklarını, bilimin iyi bir şey olduğunu falan öyle ya da böyle, bir şekilde biliyorlar. Buraya kadar eleştirecek bir şey yok. Herkes, etrafındaki her teknoloji hakkında bilgi sahibi olmak zorunda değil. Öte yandan, kendisini “bizim” tarafta görme çabasındaki bazı “aydın”ların duruşlarını belli etmek için amacını aşan şekilde çabaladıklarını görüyorum.

Çocuğun biri bir tweet atmış. covid19 aşılarında luciferase diye bir madde varmış, bu madde genlerimizi değiştirip bizim içimizde “nano” transistörler üretmemize neden oluyormuş. Bu transistörler de bizi radyo dalgalarını “toplayan” antenlere dönüştürecekmiş.

Yukarıdaki şeyler yazarken insanı gülümsetiyor. Aslında blogumun teknik kısmına, anten empedansı nasıl oluşur, onu süren devrenin rezonansı nasıl belirlenir, alttaki sürücü kat ne şekillerde olur konularını anlatan ilginç derecede basit bir makale eklemeyi düşünmüştüm birkaç gün önce. İnsana bir dna enjekte edip onu transistör üreten bir makineye dönüştürüyorsun. Bu transistörler sadece akımı ya da empedansı dönüştürebilirler. Onlarla frekans seçiciliği olan bir anteni fiziksel olarak nasıl gerçekleyeceksin. Ara-frekans katları, demodülasyon, bu dijital bir radyoysa mantıksal bloklar nasıl gerçekleniyor? Hangi modülasyonlar kullanılabiliyor (ki özellikle ilgimi çeker bunun yanıtı) ? Ben bu iddiayla ilgilendim. Her şey bir yana, bilim kurgu güzeldir. Ayıla bayıla izlediğimiz dizilerdeki saçmalıklar sanki bundan daha çok soru mu sordurabiliyordu bize?

Bu iddiaları biraz daha başka şekilde ve biraz daha ünlü birilerinden duysa hemen inanacak bir sürü kişi de bu çocukla dalga geçmeye başlamış. Buna inanmıyorum, saçmalık bu demekle kalmıyorlar. Akıllarınca espri yapıyorlar, bu konuda yarışa girmişler. Tek bir kişiden bile, genler değişince bedenimizin nasıl transistör ürettiğine dair bir espri göremedim. Ya da transistör ile alıcı anten nasıl oluyor diye sorana denk gelmedim. Oysa bir iddianın saçmalığı üzerine komiklik yapmaya yelteniyorsanız o iddianın neden saçma olduğu konusunda basit bir iki düşünceniz olabilmeli, değil mi? Biriyle dalga geçerken, dalga geçtiğiniz konuda güveninizi sağlayacak kadarcık bilgi sahibi olmanız gerekmez mi? Bu adamlar muhtemelen daha önce radyo falan görmüşlerdir. Hatta biraz daha iyimserlikle düşünürsek, cep telefonunun ya da bluetooth’un falan radyo dalgalarıyla çalıştığını duymuş olma ihtimalleri bile var. Ama bununla ilgili de pek espri yok.

Bilim, bilmekle ilgili bir şey. Bilmediğiniz bir şeyi savunuyorsanız onun doğruluğuna inanmışsınız demektir. Bilmediğiniz bir şeyi eleştirmeniz, hatta ciddi yorumunu bitirmiş kenara koymuş gibi komikliğini yapmanız da bir şeylere “inanmış” olmanızı gerektirir. Ki bu da dindarların uzmanlık alanı olur. Ama bizde Atatürkçülüğün, solculuğun ya da laikliğin kaderini paylaşan bir “akılcılık” var. Bizde dogmanın yerine bilimi koyan insanların çoğunun bir şeyler bilmek gibi bir kaygısı yok. Bizim coğrafyada cehaleti besleyen şey bilime inanan ama onun hakkında çok fikri olmayan yarı aydın güruhtur.

Yüksek frekans transistörü sentezlememize neden olan dna genlerinden bahseden çocuk naif bir örnek. Bu cephede daha vahşi, tehlikeli ve popüler oyuncular da var. Abdurrahman Dilipak gibi. O, aşıların kısırlık yaptığını iddia ediyor ve covid diye bir şey olmadığını, ahaliyi aşıya ikna etmek için gribin covid19 diye isimlendirildiğini savunuyor. Kafalarının çalışma şekline bakarak, inanç denen şeyin ne menem bir şey olduğunu da düşünerek güvenle iddia edebiliriz ki transistörcü çocukla dalga geçenlerin Dilipak karşısında pek şansı yok. Zaten Dilipak’ın 5G’den aşıya ve kafa yapan otlara kadar her konuda atıp tutmasını eleştiriyor gibi yaparken aslında bal gibi ciddiye almış olmaları da bu çaresizliğin bir göstergesidir.

Lafı getireceğim yer ise şu: Burası ortadoğu. Bilimin bilinirliğinin en az olduğu yer. Aydın kesimi bunun istisnası değil. Bu açıdan bakınca bilim inkarcıları bilim inkarcılarıyla dalga geçenlerden çok daha içten ve anlaşılır gözüküyorlar. O yüzden genellikle kazanıyorlar. Deprem “şiddeti”nden işsizlik oranına, salgın hastalıktaki günlük yeni olgu sayısından yandaşa satılmış piyangodaki kazanma oranına kadar her konuda sayılarla oynamaktan çekinmeyen ve bu cüretinde haklı çıkan iktidarın taşıyıcı ayaklarından biri işte bizdeki bu bilimden arınmış aydınlık kafalar.

Sosyal medyada ya da benzeri bir yerde, kitlesel olarak takınılan bir tavrı savunmak, savunduğunuz şeyi benimsediğiniz anlamına gelmez sayın yarı-aydınlar. Bu sizi bir tavır sahibi biri de yapmaz. Duruşunuz, iddianız, seçtiğiniz “taraf” en sonunda bir bilgiye, bir düşünceye, bir deneyime dayanmalı. Kalabalığın yönüne bakıp kendi bilinirliğinizi pekiştirmek için bu milletin cahilliğini kullanarak bu milletin cahilliğini onları yönetmek için kullananlardan farklı bir halt yemiş olmuyorsunuz.
Şahsen ben konuşmayan bir patatesi konuşanına tercih ederim.

Ülkemiz iyi eğitim almış ve katma değeri olan bir mesleğin profesyoneli olmuş orta sınıflar için çekiciliğini yitirdikçe gericilik karşısında akılcılığı savunmak bu akılsızlara kalmaya devam edecek işte.

CoViD-19 Notları

Sanki 10 sene önceymiş gibi geliyor ancak bu koronavirüs de neymiş diye kendi aramızda konuşmaya, dünyaya yayılan bir salgına dönüşür mü diye senaryolar üretmeye kabaca Şubat 2020 başlarında başladık.

Depremi, Kızılay’ı, İdlib’i falan konuşup dururken Şubat sonu gibi İran sınırının kapatılmasından söz etmeye başladık. Oradaki salgının bize sıçraması söz konusuydu. Bu sırada salgının merkezi Çin hakkında inanılması güç şeyler duyuyorduk. Ama sanki Çin bize çok uzaktı. Hatta onlar kapalı bir ülkeydiler ve zaten çok da kalabalıktılar. Çin’deki durumun özellikle ilgimi çektiğini söyleyemem. Hatırladığım kadarıyla, bu işin çok tehlikeli bir salgın olduğunu çoktan anladığımız bir zamanda henüz uçak seferleri bile durdurulmamıştı.

Mart başında İran ve İtalya gündem olmaya başladı. Ancak gündemi özenle takip eden insanlar dışında kimsenin salgının bize sıçrayabileceği gibi bir düşüncesi yoktu. Bizim kendimize has gündemimiz bizi meşgul etmeye yetiyordu. 5 Mart’ta Erdoğan ve beraberindeki bir sürü bakanın kendi ısrarlarıyla gittikleri Rusya ziyareti, orada açık bir biçimde aşağılanmaları, İdlib’de sayısını bile tam bilmediğimiz şehitlerimizin katili Rusya önündeki onursuz duruşumuz virüs salgınından çok daha öncelikli konulardı.

10 Mart 2020 Salı

Bu korona virüs güncesinde somut tarihler vermeye başlamak için 10 Mart tarihini seçtim. 10 Mart’ta artık Avrupa’da salgın çok ciddiye alınmaya başlanmıştı. Bu tarihte Erdoğan Brüksel’e AB ile mülteci konusunu konuşmaya (para pazarlığı yapmaya) gitmişti. Erdoğan, görüşmenin yapılacağı binanın önünde kendisini bekleyen hayranlarına kısa bir konuşma yaptı. Elinde bir mikrofon, yüz-iki yüz kişilik bir gruba konuştu. Grup ile Erdoğan arasında basit bir polis bariyeri vardı. Erdoğan burada korona virüse dikkat edin dedi.
Aynı gün Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, virüsün şu anda ülkemizde olması çok büyük bir ihtimal dedi.
Son birkaç gündür sosyal medyada burada not almayacağım birkaç virüs vakası tevatürü dönmekteydi.
Akşam üzeri, yakın bir tanıdığım mesaj yazdı ve “Kapalıçarşı’dan bir esnafta korona virüsü çıkmış, ilk ağızdan aktarıyorum” dedi. Tanıdığım bu haberi dün akşam (09 Mart) aldığını söyledi. Samimiyetimize binaen kendisiyle biraz dalga geçtim.
Aynı gece, Bakan’ın gece yarısı bir toplantı yapacağı duyuruldu. Ve Bakan, Türkiye’de ilk korona virüs vakasını duyurdu.

11 Mart 2020 Çarşamba

Yaşadığımız küçük kasabada bile akşam saatlerinde marketlerde yoğunluk oluşmaya başladı. İş dönüşü girdiğim hiçbir markette kolonya bulamadım.
Bu arada dünyanın dört bir yanından stok yapma ve market boşaltma haberleri gelmeye başladı. Ayrıca borsalarda tarihi değer kayıpları ve petrol fiyatlarında tarihi düşüşler görüldü.
Türkiye’nin resmen açıkladığı korona virüs bulaşmış hasta sayısı 1
Erdoğan günler sonra gözüktü. Korona önlem paketi diye madde madde bir şeyler anlattı. Konut alımında peşinat oranı düştü, uçak biletinin kdv’sini indi, yeni konan konaklama vergisi sonbahara kadar ertelendi vs.. Ayrıca 65 yaş üstüne de kolonya ikram edecekmiş. İnsan Fransa ve Almanya’nın açıkladığı salgın önlemlerini gördükten sonra (ki Erdoğan’ın kitlesi elbette görmemiştir) bunların muhalifler tarafından uydurulmuş kara propoganda yalanları olduğunu düşünüyor. Ama yarın yavşak medyada müjde diye anlatacaklar.

12 Mart 2020 Perşembe

Uçuşların devam etmesi, dışarıdan gelenlere önlem alınmaması gibi uyuşuklukların aksine, radikal bir karar alındı ve okullar Cuma gününden itibaren tatile sokuldu. Uzmanlar bunun çok yerinde bir karar olduğunu söylediler.
Öte yandan Cuma namazı için bir şey söylenmedi. Eğer artık içimizde virüslü insanlar dolaşıyorlarsa önlem amaçlı olarak cuma namazının iptal edilmesi gerektiğini düşünmek için uzman olmaya gerek yok. Ama nedense böyle bir şey yapmadılar.
Bu arada biz kendi çapımızda ufak ufak stok yapmaya başladık. Ofise gidip gitmeme konusunda kararsızdım ancak müşteri geleceği için mecburen gittim.

13 Mart 2020 Cuma

Bir çok Avrupa ülkesine uçuşların durdurulacağı duyuruldu. Uzmanlar bunun geç kalınmış bir hamle olduğunu söylediler.
İşe gitmedim. Cuma namazı cemaatle kılındı. Hutbede “kalabalık yerlerden uzak durun” demişler. Büyükbabamı aradım ve Cuma’ya gitmemesi için dil döktüm. Bir şey yok ki dedi. Ama yine de “belki gitmem” dedi. Sonradan gittiğini öğrendim.
Bu arada yazışmalarıma bakınca hayret ederek görüyorum ki, hâla virüsü o kadar da ciddiye almıyormuşuz. Epey bir dalga geçen, abartılıyor diyen, bir şey çıkmayacak diyen arkadaş varmış. Konuşmalardan birinde bir arkadaşa bugün İtalya’da 250 kişi ölmüş yazmışım.
Bu arada dünyadaki ekonomik çalkantı ve bizdeki dolar kuru yükselişi devam etti.
Bakan yine gece çıktı ve vaka sayısını 5 olarak açıkladı.

14 Mart 2020 Cumartesi

Amerika’da durumun kötüye gittiği ve devletin olayı pek ciddiye almadığı ortaya çıktı. Avrupa’da ise salgın giderek yaygınlaşıyor. Merkel bugün ya da daha önce “Alman halkının %70’i virüse yakalanacak” dedi ve bu nedense bize çok şok edici geldi.
Francois Balloux diye birinin yazılarını okudum. Adam bulaşıcı hastalıklar üstüne çalışan bir hesaplamalı sistem biyoloğu. Koronavirüs hakkında yazdığı öngörüler benim için şok ediciydi. Sanırım bu işin ne kadar ciddi olduğunu ilk bugün anladım.
Ayrıca bugün semt pazarına çıktım. Hayat normal gibiydi. İnsanların çoğu için koronavirüs maç muhabbeti gibi bir espri konusuydu.
Bu arada, sosyal medyaya umreden dönenlerle ilgili bazı iddialar düştü. Ankara-Samsun uçağındaki bir yolcunun anlattıkları inanılmaz. Umreden dönen kafileler yurda yayılıyorlar ve hasta oldukları iddia ediliyor.
Bakan bu geceki toplantısında vaka sayısını 6 olarak duyurdu.

15 Mart 2020 Pazar

Herkes Arabistan’dan gelen umrecileri konuşmaya başladı. Son gelen umre kafilesi karantinaya alındı.
Müsiad Kocaeli şubesi umreden dönenlerle hoşgeldin toplantısı yapmış ve bunu twitter hesaplarından paylaşıyorlar. Bir iki gün sonra paylaşımı kaldırdılar.
Birkaç AKP’li milletvekilinin ve önde geleninin umreye gittik geldik paylaşımları yaptıkları ortaya çıktı. Hepsi aynı anda paylaşımlarını kaldırdılar. Karantina olayının tıraş olduğunu düşünüyorum.
İtalya’da bugün 368 kişi ölmüş. Bizim onlar gibi olacağımızı söylüyorlar.
Migros’tan sağlam bir alışveriş yaptım. Marketler yoğun ancak genel olarak aradığını bulabiliyorsun. İnsanlar alışveriş yapsalar da raflar yenileniyor.
Bu iş hep böyle mi olacak? Bakan gece yarısı çıkıp önden biraz geyik yapıp arada da vaka sayısı mı açıklayacak? Yine gece çıktı ve vaka sayısı 18 oldu dedi.

16 Mart 2020 Pazartesi

Bu sabah işe gitmek için gemiye bindim ve içerisi kalabalık olduğu için üst katta açıkta oturdum. Hava çok soğuktu. Zaten biraz hasta gibiydim ve ofise gittiğimde epey kötü oldum. Akşamı zor edip döndüm. Artık işe gitmenin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Zaten herkes karantinayı konuşuyor. Öğrenci yurtlarının gece yarısı verilen bir emirle boşaltılıp apar topar umreden gelenlerin yurtlara yerleştirildiklerini görüyoruz.
Öte yandan, yurtlardan kaçan ya da kaçmaya çalışan umreci görüntüleri de gelmeye devam ediyor.
“Tiyatro, sinema, gösteri merkezi, konser salonu, nişan/düğün salonu, çalgılı/müzikli lokanta/kafe, gazino, birahane, taverna, kahvehane, kıraathane, kafeterya, kır bahçesi, nargile salonu, nargile kafe, internet salonu, internet kafe, her türlü oyun salonları, her türlü kapalı çocuk oyun alanları (AVM ve lokanta içindekiler dahil), çay bahçesi, dernek lokalleri, lunapark, yüzme havuzu, hamam, sauna, kaplıca, masaj salonu, SPA ve spor merkezlerinin faaliyetleri geçici bir süreliğine bugün saat 24:00 itibariyle durdurulacak.”
Ancak, AVM’ler hâla açık ve futbol müsabakaları iptal edilmedi.
Tayvan sağlık bakanı 4-13 Mart tarihleri arasında Türkiye’de olan 15 kişilik Tayvanlı turist grubunun 9 tanesinde korona virüsünün çıktığını söylüyor.
Artık ülkenin dört bir yanında virüsün kol gezdiğini tahmin etmek zor değil. Enfekte insan sayısının çok olduğu ama test yapılmadığı konuşuluyor.
Bu arada bana ilk vakanın haberini veren tanıdık ilk ölümün gerçekleştiğini de söyledi. Ancak bu bugün teyit edilmedi.
Diyanet cemaatle namaza ara vermiş fakat camiler açık olacakmış, isteyen gidip namaz kılabilecek.
Bakan vaka sayısının 47 olduğunu söyledi.

17 Mart 2020 Salı

Evden hiç çıkmadım. Karım, yakındaki semt pazarına gitti. Son kez pazar alışverişi yaptık. Ayrıca marketten de bir şeyler aldı. Marketlerde hâlâ hemen hemen herşey bulunuyor. Ancak oldukça yoğun bir ortam var. Artık girip çıkmayı bırakmamız lazım.
Umrecilerin KYK yurtları için “burası ahır gibi” diye isyan etmelerinin videoları çıktı. Arabın havlu sarılmış taşının etrafında dönmek için para saçan şerefsizlerin gariban öğrencilerin kaldıkları yurtları beğenmemesi tarihe düşülecek bir not.
Ayrıca, karantinadan çıkacağız diye eylem yapan hacılardan polisin yüzüne tükürenler olduğu da iddia edildi (ben hastaysam sen de hasta ol).
Benim açımdan önemli bir olay da, ilk vakayı haber veren tanıdığın söz ettiği Kapalıçarşı detayı gün yüzüne çıktı. Tam korumalı kıyafetlerle çarşıyı dolaşan görevliler esnafa ateşiniz var mı diye anket yapıp almaları gereken tedbirleri anlatırken “biliyorsunuz ilk vaka buradan çıktı” diyorlar. Esnaf da her zamanki puşt bakışlarıyla görevliyi kesiyor. Açıkçası ben bugün, çok yakında artık gizlenemeyecek bir vaka patlaması olacağını düşünmeye başladım.
Bugün Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman Paşa’nın koronavirüs sebebiyle öldüğü haberini okudum. Bununla ilgili resmi bir ayrıntı yok. Hatta henüz ölüm ilanı bile yapılmadı.
Bakan geceki toplantısında vaka sayısını 98 olarak açıkladı ve ilk kaybımızı verdik dedi.

18 Mart 2020 Çarşamba

Arabayla ofise gittim, almam gereken son bir iki şeyi aldım. Oradan köye gittim ve biraz erzak aldım. Anneme de bir şeyler götürdüm. Eve bile girmedim. Annemle bahçede iki metre mesafeden ayak üstü konuştuk.
Arabanın deposunu doldurdum. Benzincide Rebul kolonyası bulmam güzel bir sürpriz oldu. Herkes normal hayatını sürdürüyor, yalnızca dışarısı birazcık daha sakin, hepsi bu. Akşam hava bozdu.
Bu arada ölüm haberine dair anlamadığım şeyler var. Biz birkaç gün önce duymuştuk fakat Bakan’ın bahsettiği vaka başka biriymiş. Kısa sürede bu kişinin Beyoğlu’nda eczanesi olan biri olduğu, adamın doktor olan oğlunun yurt dışından getirttiği tahlil kiti ile corona tanısını kendilerinin koyduğunu öğrendik.
Artık birilerinin yumuşak üslubunu beğendiği Sağlık Bakanı’nın hiç de şeffaf olmadığını kesin biçimde anlamış olduk.
Ankara Üniversitesine görevli bir kadın doktorun sağlık görevlilerine verdiği bir kişisel korunma brifinginin gizli çekim görüntüleri yayıldı. Videoda doktor hanım, “başta iyi gidiyorduk ama bu umre işi yüzünden iş çığrından çıktı, artık binli sayılardan söz ediyoruz” diyor.
Bakan bu geceki toplantısında vaka sayısının 191 olduğunu söyledi ve ölü sayısının 2 olduğunu açıkladı.

19 Mart 2020 Perşembe

Artık tam karantina durumundayız. Bugün eve damacana ve pet şişe su söyledim. Damacanayı içeri almadan önce izopropil alkol ile güzelce sildim. Pet şişelerin de poşetlerini bıçakla kesip şişeleri öyle içeri aldım. Bir süreliğine, dışarıdan son aldığımız şey bu olabilir.
Dün konuşması sızdırılan kadın doktorun adı sanı belli oldu. Ankara Üniversitesi kadının savunmasını almış ve bunu basın açıklaması diye duyurmuş. Kadının söylediklerinden hiçbirinin yalanlanmadığını ama açıklamaların halkı korkutması dolayısı ile bir savunma alındığı anlaşılıyor. Durum bence doktorun söz ettiğinden bile beter.
Son iki-üç gündür “Singapur ya da Güney Kore gibi ilerleyişi baskılayamayacağımızı anladık, bari İtalya gibi olmayalım” düşüncesi hakimdi. Ancak şu ana kadarki gidişat İtalya’nın benzer dönemine göre daha kötü gözüküyor.
Bugün gün içinde Aytaç Yalman’ın vefatının koronavirüs sebebiyle olduğu resmen duyuruldu. Bakan gece vaka sayısını 359 ve ölü sayısını 4 olarak açıkladı.

20 Mart 2020 Cuma

Bugün sabah hava kapalıydı, hatta yağmur çiseledi. Sonra öğleden sonra hava tamamen açtı ve güneş tüm gücüyle parladı. Ve herhangi bir cuma öğleden sonrasında sahile çıkabilecek kadar insan çıktı yine dışarı. Evin dışarı bakan penceresi olmayan tek odası benim çalışma odam. Oradan çıkıp akşam güneşinin vurduğu, sahile bakan salona çıkınca “lan acaba bu karantina işinde yanlış yapan biz miyiz yoksa” diye düşünmeden edemedim. Güneşi gören sahile akın etmiş. Akşam üzeri araba trafiği de epey arttı. İnsanlar bu işi kesinlikle ciddiye almıyorlar.
Gece de asker uğurlama konvoyları geçti evin önünden. İnternette, Ankara, İstanbul ve Konya otogarlarından inanılmaz asker uğurlama görüntüleri gördüm. Böyle toplu “gösteriler” sonrası bu salakların askere gitmesi iki hafta sonra bir ulusal güvenlik sorununa dönüşebilir mi? Hiç ihtimali yok diyebilecek var mı?
Gece bir haber çıktı: Devlet belli özellikleri karşılayan özel hastanelerin yönetimini devralıyormuş. Ayrıca acil servisler için de hazırlıklar yapılacakmış.
Taksiciler İstanbul’da eylem yapmışlar. Müşterimiz azaldı diye. Sarı teröristler yine şaşırtmadılar anlayacağın.

Akşam İtalya’daki günlük bilanço açıklandı. 627 kişi ölmüş. Boğazım düğümlendi görünce. Bu gerçekten inanması güç bir sayı.
Sonra, âdet olduğu üzere gece yarısı bizdeki sayılar açıklandı. Vaka sayısı 670 ve ölü sayısı da 9 olmuş.

21 Mart 2020 Cumartesi

Sabah kahvaltıdan sonra dışarı çıktık. Umay scooter’ıyla hız denemeleri yaptı biz de annesiyle yanında koştuk. Etrafta pek insan yoktu. Hava güneşli ama soğuk. Denk geldiğimiz bir kaç kişi buralarda oturan her zamanki tipler.
Öğleden sonra herhangi bir güneşli cumartesi gününde göreceğimiz şeyleri görmeye devam ettik. İstanbul’da mesire alanlarının girişlerinde araç kuyrukları, sahillerde o bildik kalabalıklar.. “Güneşli havayı fırsat bilen vatandaşlar sahillere akın etti” yani.
Diğer taraftan yolu hastaneye düşmüş herkes hastanelerin ya kapatıldığını, ya ağzına kadar korona şüphelisi dolu olduğunu ya da kaos olduğunu anlatıyor.


Akşam, 65 yaş üzerine sokağa çıkma yasağı getirildiğini duyurdular. Bunun için şu güneşli cumartesi hatta cuma gününün geçmesini beklemek aptallıkla açıklanabilecek bir şey değil. TV ve sosyal medyaya bakınca bu iş sanki 65 yaş üstünün sorunuymuş gibi bir kamuoyu yönlendirmesine girişildiğini görebiliyorum. Belediyeler bankları söküyor, yaşlı ihbar hatları açılıyor, indirimli yolculuklar iptal ediliyor vs. 65+ insanlar sokağa çıkmazsa salgının kontrol altına alınacağı gibi bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Oysa bizden 2 hafta kadar ileride olan ülkeler artık tamamen sokağa çıkma ve alan tecriti aşamasına geçmiş haldeler. “Şimdilik” 65 yaş üstüyle uğraşarak önlem alıyor gözükmek sadece aptallıktan yapılan bir şey değil: Herkesi eve kapatırlarsa, bunu yapan diğer ülkelerdeki gibi, fatura ödemelerine ve maaş katkılarına mecbur kalacaklar. Böyle tedbirlere ayrılacak bir kaynağımız var mı bilmiyorum ancak olsa bile bizim bunu tercih etmeyeceğimizden eminim. Dünyanın en kapitalist ülkelerinden biri Türkiye. Günlük çalışıp yiyen insanların ekonomik kırılganlığına sahibiz. Günlük vergi toplamamız lazım. Bu yüzden, toplu taşımayı durdurmuyoruz, sokağa çıkma yasağı getirmiyoruz, son ana kadar hava taşımacılığını durdurmuyoruz, Avrupa’da futbolu en son iptal eden biziz, AVM’leri bile kapatmıyoruz. Çünkü insanlar dışarı çıkıp vergi ödemezlerse devasa kutsal devletimiz aç kalır.

22 Mart 2020 – Pazar

Dünün aynısı bir gün. Biz evden dışarı adımımızı bile atmadık ama evimizin önünden yine yüzlerce insan geçti durdu. Yalandan bir 65 yaş üstüne dışarı çıkma yasağı muhabbeti var yalnızca. Bugün dışarıyı seyretmek için pencerenin önünde durduğum her seferde birden çok ihtiyar gördüm, evin önünden geçen.
Dünyanın dört bir yanından sokağa çıkma yasağı haberleri geliyor. Normal dünya bu işi kesinlikle ciddiye alıyor. Bizde ise, çıkmasanız daha iyi olur gibi bir durum var. Bu akılsızlığın nedeni ne diye düşününce aklıma gelen en iyi senaryo (ki iyimser olmak adına yalnızca onu not edeceğim) şu: Kısa bir süre sonra işler çok çirkinleştiğinde suçlu bugün söz dinlemeyen insanlar olacak. Çünkü ülkemizi bir milyon yıldır tek başına yöneten iktidarın, daha doğrusu tek bir kişinin asla hiçbir konuda hatası olmuş olamaz. Bizim devlet denen şeyin tek derdi bu. Daha doğrusu, başkanlık sistemi denen şeyin olayı buymuş. Daha önce çok güzel örneklerini görmüştük ama korona günlüklerinde bunu en başında not etmeden geçemem.

İnsanlar, özellikle de yaşlılar bir şekilde, daha önce görmedikleri şeylere karşı tepki üretemiyorlar. Bu günlerde yaşadığımız örnekte bu, dışarı çıkmadan duramama şeklinde tezahür ediyor. Ancak bu iş bir hafta-on gün sonra sağlık sisteminin çökmesi şeklinde bize dönecekse yapılacak olan şey devletin gücünü kullanıp buna bir şekilde engel olmak değil midir? Yemekhane ücretine gelen zammı protesto eden öğrencilere ya da dünya kadınlar günü için toplanan göstericilere karşı gösterilen kesin kararlılık niçin böyle yaşamsal bir konuda gösterilmiyor? Bu yazıyı okuyup buna alternatif yanıtı olan arkadaşların söyleyeceklerini merakla bekliyorum.

Benim yanıtım, hayatın bana öğrettiği yoldan geliyor: En makul/muhtemel yanıt en basit olandır. Kısa bir süre sonra işler kontrolden çıkacak ve şimdi yandaş/yalakaların medyalarında sürekli gösterdikleri söz dinlemeyen insanlar (yaşlılar) simgesi, yarınki felaketin sorumlusu olacak. Günlerdir niçin yaşlıları konuşuyoruz, ne zaman bu formatı yedik, bilemiyorum. Bu virüsten en büyük hasarı yaşlılar alıyor ancak virüsü her yaştan insan taşıyor. Eğer derdimiz bunun yayılımını zamana yaymak ve sağlık sistemimizin çökmesini engellemek olsaydı toplu taşımayı hemen durdurmuş olmamız gerekirdi. Ayrıca kesin bir biçimde sokağa çıkma yasağı ilan etmemiz gerekirdi. Ama dün de yazmıştım, biz insanların sokağa çıkmalarına, olan ve daha da iyisi olmayan paralarını harcamalarına göre dönen bir dünya kurmuşuz. Bundan çok kısa süreliğine bile feragat edemeyecek kadar kritik bir durumdayız. Sağa sola nizam verme, halifelik etme gibi bir iddiamız var ama belli işlerde çalışan insanlara “evinizde kalın faturanızı ödeyelim, asgari ücreti biz verelim” diyecek kadar gücümüz yok. Çünkü devlet olmanın sıfırıncı gereği olan, “zor zamanda maddi yükü karşılamak” koşulunu yerine getirmek için gerekli her şeyi tasarruf etmememiz gereken itibarımıza harcamışız. Belli bir zeka seviyesini ikna etmeye odaklı bir propoganda için kamunun parasını saçmışız. Memleketin ahalisinden topladığımız vergileri, yıllar içinde kurulmuş ve büyütülmüş varlıklar, burada yazarsam başıma yok yere iş alacağım bir kriminal zenginleşme çetesine mama etmişiz. Yetmemiş, geleceğe borçlanmışız, haraç taahhüdüne girmişiz. Millete evden çıkmayın diye samimiyetsiz mesajlar verenler geçiş garantili köprüler, yolcu garantili havayolları “yaptırmış”. Bunlara uçurulacak garanti paralar, hastanelerde hayatını tehlikeye atan çalışanların ekipmanlarından kısılacak. Bugün Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin ihtiyaç listesi ve bunların alımı için açılan yardım hesabının IBAN numaraları yayınlandı.

Yarım ağızla evden çıkmayın diyen yüzsüzlerin, evde durun, faturanızı biz vereceğiz, işinizi kaybetmeyeceksiniz, priminizi/maaşınızı biz ödeyeceğiz diyememesi, bu yüzden de yarın işini kaybetmemek için evden çıkması gereken milyonlarca insanın vebali kimin boynunda? Her söylenene inanan aptallların, soysuzların, yavşakların ihanetinin bedelini hep birlikte ödeyeceğiz.

Dünyanın büyük küçük bir sürü devleti yardım paketleri, radikal önlemler vs. açıklarken biz bugün koruma altındaki arazilerin madencilik turizm vs. için imara açılması üzerine bir kanunun yürürlüğe girdiği haberini aldık. Ben buna yorum yapmıyorum. Buraya kadar okuyabildiyseniz yorumu kendiniz yaparsınız. Sizden iyi anlatacak değilim.

Benim bugünkü korona notlarım bunlar. Ha, sırf kaydetmek için bugünkü vaka sayılarını da vereyim: Vaka sayısı 1236 ölüm de 30 insan olarak açıklanmış. Bugün 2950 test yapılmış. Yapılan test sayısı günden güne azalıyor. Bunun mantığını anlayabilmiş, hatta bir yorum bile yapabilmiş değilim. En son baktığımda bugün Amerika’da 14000 kadar yeni tanı konmuştu. Bir günde kaç test yapıldığını siz düşünün. Bugün daha fazla yorum yapmak istemiyorum. Merkel’in kendisine aşı yapan doktorun pozitif çıkması üzerine kendini karantinaya alması da son notum olsun.

23 Mart 2020 – Pazartesi

Günler birbirinin aynısı olmaya başlıyor. Evde olmak zorunlu olunca sıkıcı olabiliyor. Evden çalışmaya oldukça alışık biri olmama rağmen ilk günler pek işe odaklanamıyordum. Son iki gündür verimli çalışabilmeye başladım. İlginci, yavaş yavaş müşteriler de artık eve kapanmanın ve evden bir şeylere devam etmeye çalışmanın istisnai bir durum olmadığını anlamaya başladılar.

Her ezan okunduktan sonra müezzin “evlerinizde kalın, bu çok önemli” gibisinden şeyler söylüyor. Ancak sayısı az olsa da bizim sahilde her daim insan ve araba var. Bugün havanın bozması ortalığı biraz daha tenhalaştırdı ama yine de epey insan dışarıda dolaşıyor.

Dün yazdığım şeyi bugün de tekrar edebilirim: Salgının yayılmasını sanki yaşlılar sokağa çıkmazlarsa engelleyebilecekmişiz gibi aptalca bir fikre kapılmışa benziyoruz. Sokakta yaşlı gördüğünde taciz edenlere, yaşlılarla ilgili düşük zeka ürünü esprilere rastlayıp duruyorum. İnsanların çoğu neler olup bittiğinin zerrece farkında olmayan ama ilgi çekmek için sürekli kendisine sunulan tasarlanmış bilgiler üzerinden espriler yapıp gündem belirlemeye çalışan budala ergenler gibi davranıyor. Bu, manipüle edilmesi oldukça zahmetsiz bir kamuoyu.

Bugün bilim kurulu toplandı. Akşam üstü bir-iki arkadaştan sokağa çıkma yasağı çıkacağına dair fısıltılar duydum. Çok kesin konuşan arkadaşlar vardı. Kendilerine anlık olarak, bizimkilerin böyle bir şey yapmalarını beklemediğimi söyleyerek onlarla bir nevi “iddiaya girdim”.

Akşam sağlık bakanı televizyona çıkıp uzunca bir giriş edebiyatından sonra işi önlem alalım, dışarı çıkmayalım vs. nasihatlere getirince iddiayı kazanmış oldum. Sokağa çıkma yasağı getirilmemiş olmasını aslında fena bir şey değil: Birincisi, açıklanan vaka sayılarını falan bir kenara bırakırsak, gerçek durumun kontrolden çıkmadığını gösteriyor. Ben artık böyle olduğundan eminim. İkincisi, ben zaten dışarı çıkmıyorum. Birilerinin dışarıda olabilmesi hayatın normal devam etmesi sonuçta kötü bir şey değil. Üçüncüsü, bir gün dışarı çıkacaksak, bu salgının çok uzun bir zamana yayılmadan ama sağlık sistemini de çökertecek kadar kısa bir sürede de patlamadan olabilecek herkese bulaşması kendini iyi koruyabilenler için bir avantaj.

İtalya’da dün ölüm sayısı biraz azalmıştı. Bugün yine 600’ü geçmiş. Orada artık salgının zirveye ulaşması ve azalması bekleniyor. Bir yandan, benzer ülkelerdeki iki hafta sonraki gidişatı da izliyor olduğumuz için durum daha da üzücü. Çin’in onlara yaptığı tıbbi malzeme yardımını, nakliyatı sırasında Polonya ve Çekya çalmış. Avrupa ideali dedikleri şey güçlü bir Almanya’dan başka bir şey değil.

Bugün biraz yabancı haber kanallarını izledik. Epeydir haber kanalı izlemediğimi fark edip biraz hüzünlendim. Gördüğüm kadarıyla Amerika’da durum hızla kötüleşiyor. Adamların vaka sayısında resmen patlama oldu. İspanya Fransa Belçika ve Yunanistan’da sokağa çıkma yasağı var. Almanya’da kısmen var. Merkel kendini karantinaya almış (doktorunda korona çıkmış). Bu işin getireceği ekonomik yıkım nasıl olacak, neleri değiştirecek göreceğiz.

Bugün 293 yeni tanı konduğu ve 7 kişinin öldüğü açıklandı. Son iki gündür yapılan test sayısı azalıyordu. Bugün 3672 testle neredeyse dünün iki katı kadar test yapılmış. 80 milyonluk ülkede yalnızca bu kadar şüpheli varsa durum aslında bizim düşündüğümüz kadar kötü değil demektir ve böyle olmasını umarım. Bakan Çin’den hızlı test kitleri geldiğini, sayının belirtilmeyen bir tarihte bir milyona çıkacağını anlattı. Ayrıca Çin’de denenen bazı ilaçları da getirdiklerini ve durumu ağır seyreden vakalarda deneneceğini anlattı. Yerli ve milli solunum cihazımızı yapıyormuşuz. Yerli uçak, araba vs. saçmalıklarından sonra böyle mantıklı bir yerli üretim çabası görmek de güzel. En hoşuma giden de, aşı için çalışmalar yaptıklarını ve üniversite ve enstitülerin aşı çalışmalarını desteklediklerini anlattı. Bunlar güzel gelişmeler. Zaman geçtikçe insanların makul önlemleri bulacaklarına inanıyorum. Fakat işte o zaman yeterli mi onu göreceğiz. Hastalığın ilerleme süresi hakkında öğrendiklerimize bakarak bu hafta içi yayılımla ilgili bir fikrimiz olur diyordum. Şu anki durum çok kötü durmuyor. Umarım ki bu derdi başından aşkın ülke bu belayı çok yara almadan atlatır.

24 Mart 2020 – Salı

Bugün camiden ezan saati dışında da “dışarı çıkmamanız sağlığınız için iyidir” türü bir uyarı yapıldı. Komik olan, uyarının yapıldığı caminin dibinde semt pazarı kurulmuş olması ve bu pazara bir sürü insanın gelmiş olması. Bizimkilerin ısrarla “evden çıkmasanız daha iyi” derken normal hayatın akışına bir müdahalede bulunmamaları gerçekten de ilginç.

Tekrar yazmam gerek, sanki 65 yaş üstü insanlar eve kapatılırsa bu iş çözülecekmiş gibi bir hava yaratıldı. Sokaklarda yaşlılara saldıran, taciz eden insanlar türedi. Bu insanlar kendilerine “dayatılan” gündeme niye bu kadar çılgınca atlıyorlar anlamıyorum.

Bir diğer mesele de “maske” meselesi. Koskoca Türkiye’de koruyucu tıbbi maske ve dezenfektan sıvı üretme işi meslek liselerine kalmış. Üstelik yandaş yalaka basın bunu müthiş bir başarı hikayesi gibi her haber bülteninde köpürte köpürte anlatıyor. Oysa ki okullar kapalı ve bu bildiğim kadarıyla meslek liselerini de kapsıyor.

Bugünkü bilanço açıklamasında (ki bakan geceleri tweet atıyor, öyle öğreniyoruz) bu iş resmen başladığından beriki en büyük hasta sayısı artışı duyuruldu. 343 yeni hasta var ve 7 kişi de ölmüş. Böylece resmi hasta sayımız 1872 olmuş oldu. Dünyada şu an gündem olan ülkelerdeki sayılara göre bizdeki sayılar çok büyük değil.

Bu arada, bilgiye ulaşmak söz konusu olduğunda her ayrıntıda Ortadoğu’da yaşadığımızı hissediyoruz. Amerika şu an çok hızlı bir vaka artışı ile karşı karşıya. Basit bir google araması ile şehir şehir istatistiklerin verildiği çok ayrıntılı tablolara ulaşılabiliyor. Hatta, yurt dışında bu virüs yüzünden ölen Türklerle ilgili bile çok net bilgilere hemen ulaşılabiliyor. İşin en aptalca kısmı, bizim onursuz medya dış ülkelerle ilgili çok ayrıntılı bilgiler de paylaşıyor. Bizde sorun, kendi ülkemiz hakkında bilgi almak. Televizyonda gördüğüm pek çok dünya haberini izlerken “ulan bu iş bizde olsa böyle verirler miydi” diye sormadan edemiyorum. Cevabı çok net belli bir soru bu.

25 Mart 2020 – Çarşamba

Birbirinin aynısı günlerdeyiz. “Sakın dışarı çıkmayın ama işe gitmeniz konusuna biz karışmayız” tıraşı devam ediyor. Koskoca devlet, herkesin kişisel ekonomisinin en büyük ortağı devlet, ücretli kesimi patronunun insafıyla başbaşa bırakıyor. Bir de “kendi OHAL’ini ilan et” gibi saçma sapan bir laf uydurmuşlar, söyleyip duruyorlar. Erdoğan’dan Bakanlara kadar, TV’ye çıkan herkes de evde kal Türkiye diyor. Sanırım devletimiz bize genel bir grev çağrısı yapıyor. 🙂

İki-üç aydır inşaat şantiyelerinde çalışan işçilerin insanlık dışı görüntülerini görüyorum. Vatandaşını, asgari ücretinden bile vergi kestiği kölesini düşünen bir devlet yemekhanede yemek yemek tehlikeli diye ekmek arası ıspanak veren mütteahite bir ne yapıyorsun derdi, değil mi?

Bugün ay başında kesilmiş trafik cezalarının ve Turkcell’in icra takiplerinin tam gaz müşterilere ulaştırılmaya devam edilmesi haberleri okudum. Buz gibi bir Mart ayı geçiriyoruz ve evde kalan insanlar dünya piyasasının üç katı fiyatına yaktıkları gazın parasını da bir şekilde ödemeliler ki dükkan dönsün, değil mi? Bir de, bankalar kredi borçlularının borçlarını sağlam faizlerle “öteliyor”larmış. Kapitalizmin en saf halini yaşıyoruz. Teşebbüs hürriyeti diye ben buna derim işte. Devlet gölge etmiyor, ondan başka ihsan da beklemiyoruz. Fakat kolonyaya zam yapan esnafa fırsatçı denmesini ya da patates soğan fiyatı yükselince deposu olan adamları terörist ilan etmelerini bu ultra neoliberal kapital felsefeye yakıştıramıyorum. Bakan maske üreticilerinin yurt dışına satmak için devlete maske vermediklerini anlatıyor iki seferdir. Bu olay üstüne kitap yazılır aslında da biz bakıp geçiyoruz. Devlet, kimse benden daha kapitalist olmayacak mı diyor nedir?

Bu akşam Eğitim Bakanı ve Sağlık Bakanı birlikte basın toplantısı yaptılar. Şiir okuma faslında “büyüklerimizi, arkadaşlarımızı telefonla arayıp hatır soralım, telefon sohbetlerin uzatalım” lafları sarf edildi. Vodafone bana sms atıyor ve kontörlü hat sahibi yakınlarıma kolayca kredi kartı ile kontör alabileceğimi müjdeliyor. Hafızam beni yanılmıyorsa ben bu müjdelenen sihiri 15 sene önce falan yapıyordum.

Yaşlılar, yaşlılara kötü davranan bir elemana huzurevine gitme cezası verilmesi, meslek liselerinde maske üretilmesi, Avrupa ve Amerika’nın süreci kötü yönetiyor olmaları bizim şerefsiz medyanın gündemiydi bugün de. Uzun uzun kobilere maaş ödemeleri kadar kredi vereceklerini, asgari ücret yardımı yapacaklarını, kamuya sağlık personeli alacaklarını (ne alakası varsa) anlatıp duruyorlar. O kadar uzun anlatıyorlar ki insan şüpheleniyor.

26 Mart 2020 Perşembe

Bugün bir haftadan sonra dışarı çıktım. Yollar pek tenha sayılmaz. Marketler de öyle. Virüsün çok ciddi bir şey olmadığını düşünen pek çok insan olduğunu görüyorum. Dışarıya çıkmak tek başına en tehlikeli şey olmayabilir ancak markete gitmek kesinlikle öyle bence. Gerçi şu sıralar en tehlikeli şey bir sağlık kurumuna gitmektir diye düşünüyorum.

Kişisel olarak artık sosyal medyayı daha az takip etmeye ve daha çok uyumaya karar verdim. Bu virüsten kendimizi korumamız uzun vadede imkansız. Bari geldiğinde onu hak ettiği şekilde karşılayacak güçte olalım. Dün dışarı çıkarken kafamda bira almak vardı ama bu düşüncelerle bundan vazgeçtim.

Bugün, diğer günlerden çok da farklı değil. Ama not edilmeye değer bir şey var. Birincisi; Kanal İstanbul projesinin ilk ihalesinin BUGÜN yapılmış olması. Bu günlerden geriye kalacak şeylerden biri kesinlikle 26 Mart 2020 günü çekilmiş şu fotoğraf olacak:

Kasabın et derdinde olması durumunun en uç örneklerinden biri olarak şu foto gelecekte bu günlerden söz edilirken hatırlanmalı bence.

Kasabın et derdinde olmasına başka bir örnek daha verelim. Bildiğim kadarıyla inşaat şantiyelerinde ve tersanelerde işçiler aynı pis düzenle çalışmaya devam ediyorlar. Bununla ilgili, normal zamanda bile kabul edilmeyecek görüntüler görmeye devam ediyoruz. Üç kuruşa can güvencesi olmadan çalışan İstanbul’da bir şantiyede, yemekhanenin pisliği pisliği çok kişinin gündemine düşünce ekmek arası vermeye başlamışlar. Namussuz herifler, ekmeğin arasına ıspanak koyup işçilere vermişler:

Resim

İşçiler solcuları sevmiyor, sermayedarlar da liberalleri. Boş kalan meydanda da, dinci popülistler ülkeyi hiç bir zorlukla karşılaşmadan iliklerine kadar sömürüyor işte. Kendi OHAL’ini ilan edemeyen işçi kardeşlerim de ekmek arası ıspanak yiyor.

Bugün resmi olarak tespit edilen yeni hasta sayısı 1196 olmuş. Son üç gündür her gün bir öncekinden daha fazla yeni tanı sayısı açıklanıyor. Benim İtalya’daki gidişata bakarak tahmin ettiğim zamanda, tahmin ettiğim şekilde “vaka patlaması” aşamasına gelmişiz gibi gözüküyor. Şu anda 3629 “resmi” koronavirüs hastamız var.

27 Mart 2020 – Cuma

Bugün, bana ilginç gelen bir şey ile başlayayım:
Bir takım insanın Beştepe dediği ancak normal vatandaşlar tarafından Saray olarak bilinen yerdeki büyük ve lüks camide, Cuma namazı kılınmış. Namazı Diyanet İşleri Başkanı kıldırmış. Cemaat, davet usulüyle toplanmış. Çoğu din adamıymış.

Resim

Spot ışıkları, uçan kameralı çekimler (jimmy jip), ses düzeni vs. ile epey ciddi bir prodüksiyon yapmışlar. Etrafta dolaşan haberlere göre ülkede cuma namazının bir yerde bile olsa kılınmasının zorunlu olduğuna dair bir dini görüş varmış. Bunu İskenderpaşa diye bilinen bir cemaatin adını şu an hatırlamadığım hocalarından biri söylemiş. Sonra da işte yukarıdaki gibi bir dini tören düzenlemişler.

İnsan on yıllar boyunca gözleri ve yorum yeteneği açık bir şekilde müslüman bir ülkede yaşayınca “İslam’da ruhban sınıfı yok, kul ayrımı yok” laflarının fazlasıyla çocukça iddialar olduğunu biliyor elbette. Açıkçası ben uzunca bir süredir kimin ne tür dini törenlere katıldığıyla da pek ilgilenmiyorum. Ama toplumun tamamının sağlığını ilgilendiren bir tehdidin ortasındayız. Almanya’da ikiden fazla insanın bir araya gelmesi yasaklanmış. Kimsenin şüphesi yoktur ki, bunlar cuma namazı kılınabilir dese, yüzbinlerce insan düşünmeksizin camileri de dolduracak. Böylesine hassas bir durumda, şu şovu yapmanın gereği ne idi, keşke İskenderpaşa’dan tanıdık falan olsa da sorabilsem. Vergilerimizle büyüttüğümüz deve soracak sorum zaten yok.

Din nedir, pek çok insan ondan neden uzak duruyor, onun neden bireysel alanda kalmasını istiyor, bunu bu örnek üzerinden bir kez daha yazayım: Din popülizmdir. Konunun sümerlerin antik hikayeleriyle ya da Arap mitolojisiyle falan inanın çok az ilişkisi var. Yani, dine mesafeli olan insanların çoğu dindarların sandığı gibi, onların kutsal sembollerine düşman falan değil. Gücü elinde tutanlar, neredeyse maçları bile iptal etmeyeceklerdi ama futbol kurumsallaşmış dinden daha yeni bir zımbırtı olduğu için onun ikna ediciliği daha çabuk tükendi.

Bu akşam, bilim kurulu toplantısı sonrasında Sağlık Bakanı bir basın toplantısı daha yaptı. Anlattıklarını tek tek yazmak yerine anladığımı not edeyim: Bilim kurulu (ve galiba Sağlık Bakanı da) toplu taşımanın iptal edilmesini ve zorunlu karantinaya geçilmesini istiyor. Ancak bu konuda karar verme yetkileri yok. Sağlık Bakanı ısrarlı sorulara cevaben gerekli açıklamayı Cumhurbaşkanı yapacak deyip lafı kesti.

Sonra akşam Erdoğan çıktı. “Gönüllü karantina” diye bir şey uydurmuşlar, ondan dem vuran bir yazı okudu. Kendi OHAL’ini ilan etme saçmalığından biraz daha mantıklı olsa da pazartesi işine gitmeye mecbur olan insanlara başınızın çaresine bakın demeye devam ediyor devletimiz işte. Şehirlerarası otobüs yolculuklarının izne tabi olacağını, piknik yerlerine ve sahile çıkmanın haftasonları yasak olacağını söyledi. Bunlar güzel, hiç yoktan iyi ama bence yumuşak önlemler. Sayılara bakınca biz kötü bir yere doğru gidiyoruz gibime geliyor.

Bu arada karantinaya alınan bölgelerin haberleri gelmeye başladı. Bildiğimiz yerler Rize, Adıyaman ve Van’dan belde ve köyler..

29 Mart 2020 Pazar

Memleketin başka yerlerinden de karantina haberleri gelmeye devam ediyor. TV’yi açtığımda Yozgat’ın kırsalında bir köyün girişini tutmuş jandarmaları gösteriyorlardı. Haberini yapmalarına izin verilmesi de bize bir şeyler anlatıyor. Bunlar bence olumlu tepkiler.

Camilerden, her ezan sonrası dışarı çıkmayın diye anons yapıyorlardı ya. Buna şimdi akşamları bir de dua okuma eklendi. Yatsı ezanı sonrasında hoparlörden bağırarak dualar okuyorlar. Arada salavatlar falan da getiriyorlar. Ne dendiğini elbette anlamıyorum ama gerçekten moral bozucu hatta ürkütücü bir şey bu. Türkiye’de tahmin edemeyeceğiniz kadar çok köy ve mahalleye hoparlörlü satıcı araba girmesi yasaktır. Ama cami hoparlörleri dört bir yandadır. Çoğu zaman aynı anda birden çoğunun sesini duyarsınız, yayın merkezi sistemden yapıldığı için ve ses hızı 340m/s gibi bir değer olduğu için ve birkaç on milisaniyelik farkla aynı sesi duymak oldukça rahatsız edici olduğu için, bu ses karmaşası bazen işkence gibi olabilir. İşin bu yanını bir kenara koysak bile, koskoca devletin hoparlörden dua okutması insanda çaresiz kalındığı hissi uyandırıyor. Bizde “işi duaya kalmak” diye çok çok güzel bir deyim vardır. Akla bu geliyor.

Diyanet işleri, üstüne sanki dalga geçer gibi, “daha çok hafız almalıyız, alacağız” diye açıklama yapmış. Alacağız dediği adamların maliyetini biz karşılayacak olduğumuz için bu soruyu sormak zorundayım: Daha çok adam bilmediğimiz bir dilde tekerlemeler bağırırsa daha mı iyi olacağız?

Kısaca, korona ile mücadelemizin bir ayağı bu. Mücadelemizin ilaç ve aşı geliştirme ayağı da var ve bu şekilde olumlu sonuçlar alındığına dair örneklerin haberleri geliyor. Sosyal medyada bir akademisyenin ekibimi tebrik ediyorum diye yaptığı bir paylaşımı gördüm. Buradan eninde sonunda bir sonuç çıkacağını düşünüyorum. Yurt dışından da, ümit vaadeden ilaç geliştirme çalışmaları yapıldığı haber ediliyor.

30 Mart 2020 Pazartesi

Cumartesi akşam üzeri başlayan yağmur gece ve tüm pazar günü boyunca hemen hemen aralıksız sürdü. Arabayla tek tük geçenler oluyor ama sahilde pek insan görmüyorum artık. Bu arada, ülkemizdeki hasta sayısı hızla yükseliyor. Geçen hafta ortası için tahmin ettiğim şey hafta sonu görülmeye başlandı: 100 hastanın görülmeye başlamasından sonra geçen 10 günde dünyanın en yüksek vaka sayılarını açıklıyoruz.

Bu kesin bir felakete gidiş midir bilmiyorum. İlerleme şekli bir sürü sebebe bağlı. Bizde umre kaynaklı, çok noktadan yurda girişler yüzünden vaka sayısı başta hızlı yükseldiyse, kontrol altına almamız belki daha kolay da olabilir. Üstelik bizim sağlık personeli sayımız da az değil. Bence artık bu işi ciddiye de alıyoruz. Bu hafta ümit ediyorum ki olumlu sonuçlar almaya başlayacağız.

Bugünkü yeni hasta sayısı, son 5 günün en düşük değeri. Bence bu çok güzel bir işaret:

Bu, İtalya’daki gibi bir kontrolden çıkma düzeyine ulaşmadan işi ciddiye aldığımızı ve artış hızının azalacağını gösteriyor olabilir. Üstelik son 8 gündür yaptığımız test sayısı her gün bir öncekinden fazla olduğu halde artış hızımız artmıyor. Testlerin sonucu üç gün içinde belli oluyor olsa bile biz test sayısını arttırdığımız halde vaka sayısının şiddetle artmadığını kabul edebiliriz. Bu arada, günde 11 binden fazla test yapmaya başlamamız da çok güzel bir şey. Emeği geçenlere helal olsun diyorum.

Yeni hasta sayıları bu şekilde devam ederse bir hafta ya da 10 gün kadar sonra gidişat hakkında bir fikrimiz olur diye tahmin ediyorum. Tabi burada hiç söz etmediğim bir şey, ölü sayısı ki her gün 1600-1800 kişinin eklendiği bu havuzdan kaçınılmaz biçimde bir miktar insan kaybedilecek ki bunlar kümülatif olarak gelecek maalesef. Ama şu anda acil yardım kapasitemizin sınırında değiliz ve artış hızı son 4 günkü trendi sürdürürse zaman da kazanmış oluyoruz sanırım.

Bıçak sırtındayız ve sinirimi bozan bir şey, bu işin iyiye gitmesi için gerekli parametrelerin tamamına hakim olmayışımız. Keşke şehir içi ulaşımını iptal edebilsek, keşke geçen hafta hiç kimse hiçbir şekilde dışarı çıkmamış olabilseydi. Eminim bu hafta daha da iyimser grafikler görecektik.

Bu arada, bu akşam Erdoğan çıkıp bir yardım seferberliği ilan etmiş. Ben çalışıyordum. Az önce internette şöyle bir gezinince herkesin bundan söz ettiğini gördüm. Erdoğan bir şey söylediğinde bunun hemen gündem olması, ondan körü körüne nefret eden tiplerin bile hemen onun ortaya attığı şeyin peşine düşüvermeleri, eleştirme, alaya alma yarışına girerken zeka seviyelerini belli etmeleri gerçekten canımı sıkıyor. Erdoğan’ın ise, şu siyaset işinde maddi kazançları hariç en hoşuna giden şeyin bu olduğundan eminim. Kendisinden ölümüne nefret edenleri bile resmen oynatıyor.

Yardım kampanyası hakkında ise söylenecek çok söz yok: Kasada para yoksa, ülke için böylesi kritik bir zamanda paramız nereye gitti diye tantana yapmak iş değil. Para lazımsa ahaliden istenecek, bunda yanlış bir şey yok. Kampanya, doğru organize edilebilirse iyi bir şey. Vermek istemeyen zaten vermez. 4 bira aldığında ya da arabanın deposunu doldurduğunda zaten kaç yardım sms’i atmış oluyorsun, hesap etmesini bilmiyorsan bu işlere kafa yormana da gerek yok.

31 Mart 2020 – Salı

Bugün, sabah kalkar kalkmaz akşam erken paydos etmiş olmanın vicdan azabıyla işe giriştim. Uzunca bir programda, kahvaltıdan önce yazılmış fonksiyonların yeri başkadır. Neyse işte.. Kahvaltıdan sonra, yazdıklarımı test ederken can sıkıntısıyla sosyal medyaya bir göz atayım dedim (artık daha az bakıyorum ya). Bir de ne göreyim. Bizim ahalinin derdi akşam Erdoğan’ın açıkladığı bağış hesapları olmuş. Herkes IBAN kısaltmasını cümle içinde kullanıp bir espri yapmak için bedava dağıtılan baklavaya saldırır gibi sosyal medyaya üşüşmüş.

Arada mantıklı şeyler de görmedim değil. Mesela, bağış toplamanın devletin değil, devlet dışındaki organizasyonların işi olduğunu söyleyenler haksız değiller. Devlet zaten vergi topluyor, kanun koyuyor, gerektiğinde bir şeyi zorla yaptırabiliyor. En ilginç süper gücü ise şüphesiz, o toplanan parayı zaten istediği zaman kendisinin basabiliyor olması. Devletler para basma ya da hayal ürünü değerli kağıtlar yaratma konusunda bizim bir datasheet’in çıktısını almamız ya da gereksiz test rutinleri yazmamızdan çok daha üretkenler.

Benim dün bu bağış seferberliği lakırdısını ilk duyduğumda verdiğim tepki pragmatistti: Memleket zor günler geçiriyor, üstelik bu kez bu geyik değil. Hayat eve sığar diye boş atmak ya da evde kal Türkiye diye sallamak kolay. Tüm bu kaşar reklamcı ağzıyla üretilmiş sloganlar hayatını devam ettirmek için evinden çıkmak zorunda olan insanlara hakaret etmekten farksız.

Örneğin, dün çekilmiş şu fotoğrafa bir bakalım:

Bu minibüsün içine doluşmuş ve koronavirüs vakalarının patlama yaptığı bir ilimizden patlama yapmış olduğu bir başka ilimize (ifadeler bilim kurulunun bir üyesine ait) yolculuk eden bu insanların arasında sırf gezmek olsun diye evinden çıkmış ve en güzel yıllarda, en mutlu zamanlarda bile sevimsiz olan şu hatta yolculuğa koyulmuş bir kişi bile var mıdır?

İşte bu yüzden, bu ülkenin acil durumlar için köşede hiç mi parası yoktu, böyle zamanlar için sigorta parası olarak kesilen paralar nereye gitti, hani büyük ülkeydik gibi sorgulamaları şimdilik bir kenara bırakıp organize olmaya çalışmamız gerekir diye düşünmüştüm. Çünkü önümüzde bir İtalya, bir İspanya ve belki bir ABD örneği var ve doğal afetler bizim ortadoğu usûlü siyasetimizi pek umursamaz diye düşünüyorum.

Bugün, kendine muhalif diyen ve tek bildikleri birbirlerinden gördükleri düşük zeka ürünü esprilerin kopyalarını üretmek olan anti-trollerin iban esprilerini görünce “lan bugünkü günde derdimiz bu mu” diyerek öfkelendim.

Fakat sonra, çok zaman geçmeden bir başka haber gördüm ve ağzım açık kaldı: İçişleri bakanlığı Ankara ve İstanbul belediyelerinin bağış kampanyalarını yasadışı ilan etmiş ve sıkı durun, bağış hesaplarına bloke koymuş.

Ben temelde siyasete karşı biriyim. İnsan topluluklarını yönetmenin en efektif yolu siyaset değildir. Pratikte, en azından günümüzde bunun uygulanabilirliğinin olmadığının farkındayım. O yüzden fikrimi genelde şöyle yumuşatırım: Siyasetten başka bir şey bilmeyenlerin siyaset yapmalarına karşıyım. Bugün, bunu tekrar söylemek için güzel bir gün sanırım. Tam bir sene önce “kaybedilen” belediyelerin bir gün bir şekilde yeniden “kazanılması” ümidi hepten sönmesin diye (ki bence imkansız gibi bir şey artık) onların vatandaşın yararına bir şey yapmamaları için çabalıyorlar. Ki bunu, belki de yakın tarihimizin en büyük insan kaybını yaşayacağımız bir aya girerken yapmaktan çekinmiyorlar.

Gündüzüm Gece Oldu

Şimdi Ocak sonundayız. Benim gündüzüm Aralık başından beri gece olmuş durumda. Dikkat edin, sadece “benim” gündüzüm gece oldu. İddialı bir gerilim/bilim-kurgu filminde yaşıyor gibiyim. Sabah bir uyanıyorum. Saat 07:30 ve ortalık kapkaranlık. Daha kötüsü de var. Bazen en az benim kadar uykulu bir adamın dışarıda hoparlörden bağırdığını duyuyorum. Anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyor. Kızgın olduğu belli. Belki o da bu saatte havanın karanlık olmasının saçmalığına kızmıştır. Ama kızgın diye böyle hoparlörle bağırmak da neyin nesi? Bizi bırak küçücük çocuklar var.. Bu memlekette büyüyen çocuklar nasıl sevgi dolu olsunlar diyorum yüzümü yıkarken.

Hayatımın çok büyük bir kısmında (ki bu 30 seneden fazla yapıyor) sabahları erken kalktım. Sanırım henüz tamamen aklımı yitirmiş, hafızamı kaybetmiş değilim. Eski günleri hatırlayabiliyorum. Eskiden sabah saat 8’de hava aydınlık olurdu. Bazen kendimden emin olmak için bunu insanlara soruyorum. Genellikle hayır, hep böyleydi diyorlar. Saat 9 olduğunda kendi kendime “hah işte böyle oluyordu eskiden sabahlar” diyorum. Bu düşüncemi paylaşan neredeyse kimse yok.

Ah, bu iş kaç senedir böyle manyaklaştı? Üç sene mi, yoksa dört sene mi oldu. Tam üç sene önce yazdığım bir yazıya denk geldim şimdi. Üç sene önce, olayın şokunu yaşıyormuşum besbelli.

Sanırım sorun bende. Sabahın karanlığında, ayazın en yoğun zamanında, küçücük çocuğunu yol kenarına çıkarmış, psikopatın birinin minibüsle gelip almasını bekleyen adam dert ederdi bunu sanırım.

Gündüzki miskin hallerinden eser olmayan, çetesiyle beraber av kovalayan köpeklere bulaşmamak için sürekli kaldırım değiştirerek, direklerindeki lambaları yanmayan zifiri karanlık bir sokağı aşıp ana caddeye varmaya çalışan kadın benim kadar dert etmiyorsa, sorun bendedir muhtemelen.

Gece kim bilir neyle uğraşıp, sabah daha güneş doğmadan sıcak yatağından çıkıp geç kalma telaşıyla kalabalığın; başka hiçbir hayvanda göremeyeceğin, birbirine karşı tahammülsüz bir kalabalığın içinde dalıp, hiç sevmediği işine gitmek için yürüyen ölü gibi ilerleyen işe yaramazların bir bildikleri vardır, benim bilmediğim…

Aman buradan sevgili hükumetime bir eleştiri çıkabilir dürtüsüyle, ortamda bu konu açıldığında, “hava kapalı bugün” ya da “eskiden de böyleydi zaten” diye ortaya atılıp canlı bomba gibi itibarını patlatan insanların, her ne kadar bunu söyleyecek kapasiteleri olmasa da bir bildikleri vardır.

Bu durumu, karanlıkta evden çıkmak zorunda kalmama kızdığım için önemsemiyorum. Zamanında 6:10’da işe gittiğim bir rutinim de oldu. Erken kalkmak kolayca alışılabilir bir şeydir. Bu arada 8 erken bir saat falan da değil. Ancak şunda bir tuhaflık görüyor ve buna alışamıyorum. Arkadaş, ben 8’de evden çıktığımda hava aydınlanmış olmalı. Çünkü yaşadığımız enlemde meridyenimizin saatini kullanırsak öğle saatinden 4 saat önce de hava aydınlanmış olur.

Bu durumu, artık o kadar da sık güncel meseleler hakkında yazmayı bırakmış olduğum halde not edilmeye değer bulma sebebim insanların tepkisizliği. Daha doğrusu durumun farkında bile olmamaları. Sanki gün hep 9’da aydınlanıyordu

Hava hep karanlıktı bu saatte diyen adam var arkadaşlar! Hayır, hava hep karanlık değildi. Hiçbiriniz hatırlamıyorsa ben hatırlıyorum. Hava aydınlıktı saat 8’de.. Sabahımızı çaldılar.

Kendi kendine şunu diyen adamı anlarım: Benim sabahımı çalıp napsınlar ulan? İşe yarar kısımları sökeli çok oldu zaten… Senin sabahın karanlığında uyur gezer gibi dolaşmanla oturup alay etmiyorlardır elbette. Hatta senin gündüzünün, gecenin, ömrünün ne kıymeti var ki birader? Bak zamanında şöyle bir yazı yazmışım, orada bu değersizliği anlatmışım kısaca. Ha, bu arada, not etmeden geçmeyelim, sabahları fazladan harcanan elektrik de ihtiyaç sahiplerine cep harçlığı olmuştur, merak edenler bu dönemde fazladan harcanan elektriği araştırabilir.

Çoluk çocuk gecenin en ayaz vakti sokakta. Lan bari mutlu olmayın. Bir insanlık belirtisi gösterin ya. Anlıyorum, durduğunuz yerde korkunuzdan öleceksiniz. Hatta galiba çoktan öldünüz. Adamlar gündüzü geceye çevirmiş, bunu bile normal görmek için yırtınıyorsunuz. İçine düştüğü trajik durumu bu kadar kolay kabullenen başka bir canlı topluluğu var mıdır bilemiyorum.

Kıçından donunu çalsalar fark etmeyecek derler ya bazıları için. Bu memleketin ortalama insanına tam yakışan bir söz bu. Tepelerinden sabahlarını çaldılar, bak, fark eden yok. Bu vakur halk gecenin karanlığında şafak operasyonları için tırım tırım yola koyuluyor.

Ben olsam, bu sene dünya yaz saatine geçerken çaktırmadan herkesle beraber bir saat daha ileri alırım. Arabistan saati yeterli değil, Afganistan saati daha uygun bunlara. Hem yazın sabah namazı yine çok erkene kalmış oluyor. Kış gelince de sabah namazını kamusal alanda kılma baskısını daha rahat uygularlar. Bunu şaka sanıyorsunuz ama ola ki gerçek olsa, bir sabah televizyonlar gazeteler müjde diye haberini yapsalar, “uzman”lar bunun hikmetlerini günlerce tartışadursa, ertesi sene “hep böyleydi” diyeceklerin oranı yarıdan fazla.

Gerçi bunun kötü yanı, akşam üzerleri aydınlık olacak. Ama sanırım bizimkilerde şimdilik bu sorunu çözecek kapasite yok. Olmuş olsa, güneşten dağıtım bedeli almaya hazır vatansever, yiğit, yerli ve milli işadamlarımız vardır. Bedava güneş sizin neyinize. Eskiden de para alınıyordu diyecek düdükler de hemen türer zaten.

Bu arada, dünyada yaz saati uygulamayan ülkeler olduğu da doğru. Ama bu ülkelerin kullandıkları saat, bizdeki aptalların kış saati dedikleri saatleri olmasın sakın! Kendi topraklarından geçmeyen bir meridyenin saatini kullanan kaç ülke vardır, merak ediyorum.

Bu arada meridyen Allahın emri mi diyecek, kendi aptallığını sorgulamamak için geri kalan her şeyi sorgulayan parlak beyinler için de bir not yazayım: Meridyen gün ortası demek. Kavram şu yüzden çıkmış: Elindeki saati güneş tam tepedeyken 12’ye ayarlarsan o senin meridyen saatin oluyor. (Hatalı bir tabirle işte buna kış saati diyorlar) Bizim, saatimizi 12’ye ayarladığımız meridyen İzmit’ten geçiyor. Yani biz güneş İzmit’te tam tepedeyken olan saate 12 demişiz.

Aslında gördüğünüz gibi, geçen sene 11 liraya aldığınız peyniri bu sene 32,50’ye alıyorken buna gelen zammın %21’den fazla olduğunu anlamak kadar kolay bir iş bunu anlamak.

Yaz saati ne peki diye kilitlenenlere de şöyle diyeyim, işte bu saati bir saat ileri alıp meridyenini 15 derece doğuya kaydırınca o da yaz saati (DST) oluyor. Biz işte kış günü bunda kalınca sabahlar geceye döndü. Şimdi zor bir soru sorup yazımı bitirebilirim: Bakın bakalım İzmit’ten geçen meridyenin 15 derece doğusundaki meridyen nereden geçiyor? :)))))))

Bırakalım bu işleri artık

Bir şişe bira aldığımız zaman

4,42 TL ÖTV, 1,37 TL KDV ödüyoruz.

Yani, her şişe biranın parasının 5,79 TL’si doğrudan sizden alınan vergi.

Lafı uzatmayayım.. Kendinize bir şişe bira aldığınızda yaklaşık 2 şişe de devlete ısmarlıyorsunuz.

Bir şişe rakı aldığımız zaman durum biraz daha pornografik:

76,1 TL ÖTV, 17,3 TL KDV ödüyoruz.

Bir şişe standart yeni rakı almak gafletine düştüğünüzde sizden 93 TL para tahsil ediyorlar. Şunu yazarken bile işin tuhaflığına hayret ediyorum.

Devlete vergi ödemeyi aptallık olarak göstermeye çalışacak değilim. Sonuçta devlet hepimiz için var. Ve bu devletin işi yok gücü yok, mesleği yok. Nereden para kazanacak da itibarlı ve güçlü kalacak? Senden benden vergi toplayacak. Yalnız, o sen ben kısmı biraz karışık.

Devlete iş yapan, kârı devletin garantisinde iş yapan, finansmanını devletin garantisiyle sağlayan adamların yüz milyonlarca dolarlık vergi borçlarının sıfırlandığı bir ülkede…

Milyon liralık taksi plakası sahibinin asgari ücretlinin yarısı kadar gelir vergisi verdiği ülkede…

Sen de rakı masası kurup memleket kurtarmak için şişe başına 93 TL vergi veriyorsun işte. Vatan kurtarmak taksi plakası sahibi olmaktan daha basit bir iş mi?

Ben bu işin “günah” kısmına hiç girmek istemedim bu yazıyı yazarken. Ülkemizi epeydir yöneten insanların dünya görüşlerini az buçuk biliyoruz. İçki içen, hele ki şehirde sosyal hayatın içinde güzel mekanlarda içki içen insanlar bu iktidarın en makbul vatandaşları değiller ne yazık ki. Ama anlayabildiğim kadarıyla bu makbul olmayan vatandaşlar iktidarın en sağlam maddi destekçileri.

Geçen sene içki içen pis günahkarlar olarak yaklaşık 12,3 milyar lira ÖTV ödemişiz. Şimdi milleti ölümle tehdit eden müftüler bu paralarla maaş alıyorlar. Varlığına bir anlam dahi veremediğiniz o devasa Diyanetin o devasa bütçesini bu paralar karşılıyor. Sonu gelmeyen o çakarlı araba konvoylarının depolarını bu paralarla dolduruyorlar.

Durumdan memnunsak şerefe öyleyse! Yalnız şunu bilin, lafın gelişi “şeref” e.. Bence her yerde muhaliflik yapıp, gidişatın farkında olarak ya da olmayarak, içine düştüğümüz şu ümitsiz durumu eleştirip, hâlâ gidip en azından içki almaya devam edenler varsa bence şeref onların uğruna içebilecekleri bir şey değil.

Aşağıdaki gazete sayfasını bu yaz kaydetmiştim. Doların patladığı, şimdi en aptallarımızın bile iyice hissetmeye başladığı krizin üstümüze çöktüğü dönemdi. İnsanını nasıl güdeceğini iyi bilen iktidar, tatilleri uzatıp, birleştirip, karşısına aldığı %48’e son bir harcama seferberliği yaptırmıştı. Aşağıdaki “yandaş” manşeti durumu çok iyi özetliyor. Seneye yıl sonunda alkol ÖTV’sinden 25 milyar TL gelir elde edildiği haberini de bu başlıkla verebilirler bence.

İslami faşizm gelip hepimizi bir deliğe tıkana kadar onlara ihtiyaçları olan maddi desteği vermeye devam edelim. Arabik beğenilere göre yeniden dizayn edilmiş bön, gösterişli, çirkin tatil beldelerinde yüksek beyaz yakalı maaşlarımızdan artırdığımız paraları harcayalım.

İçki içme özgürlüğümüzü haramlık vergisini vererek yaşayalım. Yarın başka deliler, başka şeyh yalakaları, başka tarikat çocukları çıkıp insani değerlerimize küfretsinler. Twitter’da paylaşıp günah çıkarırız nasıl olsa..

10 senede bira fiyatını 2 liradan 11 liraya çıkaran ÖTV vergisini hunharca koymaktan çekinmeyen adamlar karşılarındaki tayfanın kişiliksizliğini mutlak siyasi iktidarlarını kurarken defalarca test ettiler zaten. Ben bu işi onlardan fazla bilmiyorum elbette. Hâlâ memleketin “kutsal” içkisinde %480 vergi yükü olabiliyorsa bir bildikleri vardır.

Ben kendi adıma konuşayım: Bu ülkenin gidişatından memnun değilim ve bu yüzden bundan sonra asla ama asla içkiye para vermem. En azından bunu tam yaparım. Ki zaten daha önceden almıştım bu kararı..

Gazete okumayı daha çocukluğunda alışkanlık edinmiş biri olduğum halde şu rezil medyayı takip etmeyi nasıl bıraktıysam içkiyi de böyle bıraktım.

Şu boktan futbol ligini takip etmeyi nasıl bıraktıysam, şu yandaş, yalaka, yavşak, omurgasız tipleri her gün ekrana çıkaran ciddi haber kanallarını izlemeyi nasıl bıraktıysam içkiyi de böyle bıraktım.

Hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmayan tek bir birey olabilirim. Ama en azından neye inanıp neye inanmayacağımı, neye bakıp neye bakmayacağımı seçebiliyorum. Siktir git diyebiliyorum önüme konana..

Cephede ameliyat yapılmaz morfin verilir.

Ekonomi hakkında yorum yapmak muhaliflik değildir.  Dolardan söz etmek, yabancı basında çıkan yorumlara bakmak “hainlik” belirtisi falan değildir. Buna olsa olsa zeki yaşam belirtisi diyebilirsiniz.

Hâlâ oy verdiği iktidarı savunduğunu düşünerek ekonomiyle ilgili gerçeklere burun kıvıran, bunların endişesini duyan insanlara da “hain” demeye çalışan embesillere söylenecek ilk sözüm şu: Sizin bir zeka belirtisi göstermiyor olmanız, sizi güden adamların çok zeki oldukları anlamına gelmez.

Krizin sebebi, sizi güdenlerin, bu gütme işinin kolaylığına aldanıp kendilerini çok zeki ve her şeye muktedir sanmaya başlamalarından başka bir şey değil.

Bu adamı ve etrafındakileri böyle saçma hareketler yapıp ülkeyi mahvetme noktasına getirdiğinin bile farkına varmayacak bir güç sarhoşluğuna iten şey sizin bir zeka belirtisi göstermemeniz.

Siz alkışladıkça onlar daha da cesaretlendiler. Ve sonuç ortada. Şimdi, işler yavaş yavaş kontrolden çıkmaya başlamışken bir kez daha sizi kandırmak için bir suçlu bulundu: ABD.

Emperyalist güçlerin bize karşı bir taarruza giriştiğine inanan bir sürü insan var. “Ekonomi”mizi çökertmek için oyunlar kuruyorlar. Ve şimdi aynı gemideyiz. Eleştiri değil, kenetlenme zamanı. Bizi bu zorlu günlerden sağ salim çıkaracak tek bir kişi var ve o da zaten başta şu an!

Öyle mi?

Bizim ekonomi ayaktayken emperyalist güçlerden hesapsızca borç alıp onların ürünlerini, hem de kendi üretebildiklerimizden bile vaz geçme pahasına, çılgınlar gibi tüketirken emperyalist güçler dostumuz muydular?

Dış güçler, gelecekteki 20-30 yılımızı ipotek altına almamız demek olan saçma sapan projelere kredi vermek istemediler, hayır, siz eğitim sisteminizi düzeltin, planlı tarım ve hayvancılık için çalışın, bu köprülere para vermeyin diye mi savaştılar bizimle?

Alman hükumeti, hayır, hiçbirşey üretmeyen bu fakir ülkeye bu kadar lüks Mercedes satmayacağız, bunun için gerekirse sizinle savaşırız mı dedi?

Bakın, inanması gerçekten güç gelecek biliyorum ama biz dolar geliri olmayan şirketlere dolarla borçlanma izni verdiğimiz zaman “emperyalist” güçler siyasal islamcı ihvanlar değildi, güvenin bana… Yani kreditörlerimiz 8-9 senede durup duruken emperyalist olmadılar. Onlar hep emperyalistlerdi. Biz onların emperyalist olduklarını onların parasını harcarken ya da lüks ürünlerini tüketirken anlamadık da, borcun vadesi gelince mi anlıyoruz? Eğer emperyalizmle bir kavga verecek idiysek bu onların ürünlerini alma kavgası yerine içeride onlara alternatif şeyler üretme kavgası olmalıydı. Haince laflar mı ediyorum?

Bu yaşadığımız savaş falan değil. Birileri borç para aldı. Harcadı. Hayatında göremeyeceği zenginliklere kavuştu. Bu işin siyasi ayağı da şovunu çok güzel oynayıp komisyonunu aldı. Sonra işler biraz kontrolden çıkınca, aldığı uyuşturucuların bile hissetmesine mani olamayacağı acılar çekmeye yaklaşan zavallı kalabalıklara verilen daha sert bir çeşit uyuşturucu olarak “emperyalizmle savaş” şovu başladı. Vay canına. Sanki rahibi salmış olsak ve “ödevlerini en iyi Türkiye yerine getiriyor” çizgisi devam etmiş olsa dolar yükselmeyecekti!?! İnsan bu düzeyde bir aptallığa özenmeden edemiyor.

Emperyalizmle savaşa yine de inanıyorsanız, “benim görevim ülkemi pazarlamak” noktasından “onların doları varsa bizim de allahımız var” noktasına giden eğriyi geriye doğru takip edin bari. Ama şimdi bu ikisini yan yana koymak da hainlik oluyor değil mi?

Madem sürekli uyduruktan bir gündem izleyeceğiz, bari biraz çatlak ses çıkaralım da izlediğimiz “şeye” biraz kalite gelsin. Kavgam bu..

Bir yanda da, artık saflıktan mı, bakın ben vatanımı seviyorum şovu yapma kaygısından mı, yoksa bir şey bildiğini gösterme ihtiyacından mı bilinmez, ekonomik buhrandan çıkış reçeteleri anlatan arkadaşlar çıktı piyasaya.

Ben daha çok bu yorumları okuyorum, hem ekonomi bilgim artıyor hem de çok öfkelenmeden ilginç bir şeyler görme şansım oluyor. Bu arkadaşlara verilecek cevabım ise çok kısa:

Şu günlerde, dolar yakan embesiller var ya. İşte o embesilleri dolar “kazanan” adamlara dönüştüremedikçe bence kalıcı etkileri olacak bu kriz bir zaman sonra bitse bile, krizler bitmez. Ha, o embesiller dolar kazanan insanlara dönüşürlerse AKP’ye ya da sistemin şu anki herhangi başka bir düdüğüne oy verirler mi? Cevabı çok kolay bir hayır olsa bile, insanı düşüncelere sevk eden soru bu sevgili vatanseverler..

Gerçek şu ki bu ülke, geçen krizlerden hızla çıkmasını sağlayan genç ve dinamik nüfusunu büyük oranda kullanmış durumda şu an. Suriyelileri hesaba katmıyorum, onlar aslında bir açıdan son derece dinamikler 🙂 Şimdi kiralık şirket aracıyla Alman firmasının satış temsilciliğini yapan ve Alaçatı’da 4500 lira hesap geldi diye ağlayan yetişmiş insan stoğumuzla bir üst ligine çıkmamız gereken bir Romanya,Ukrayna,Vietnam,Tayland grubu var. Aşağı bakarsan zaten köyler boşalmış, tarım bitmiş, 15 milyon sosyal yardım bağımlısı var, bütün gün büyük resme bakıp reisi övüyorlar. Adamlar Diyanet için boşuna 8,3 Milyar bütçe ayırmıyorlar, bu kadarının da farkındasınız artık, değil mi?

O yüzden olaylara “ticaret” kafasıyla bakıp sığ ekonomik yorumlar yapmayı da bir kenara bırakalım, emperyalizme karşı ekonomik savaş falan filan diyerek rezil duruma da düşürmeyelim kendimizi. Bu adamlar şu anda rant ekonomisini devam ettirmek, abuk subuk işleri yandaşlarına hazine garantili olarak ihale etmeye devam edebilmek için para arıyorlar. Sizin çocuğunuz daha iyi bir ilköğretim alsın diye değil. Ama bilemem, yine gidip dolar yakacaksanız yakın.  Bu arada iş niye doların üstüne kalıyor anlamıyorum, adını bilmediğim para birimleri bile TL karşısında deli gibi yükselmiş halde.

Ama son bir notum daha var: Böyle zamanlarda aptal olmak biraz daha gözü açık olup durumun farkında olmaktan daha iyi bir şey. Tyler Durden izah ediyordu ya; uçaklardaki oksijen maskesinin asıl amacını. Şimdi ABD’den falan nefret edip, 2 gün sonra rahip falan salınıp kredi falan bulunup olaylar unutulunca amariga reisin lafına geldi diyecek olmak, şu çaresizliği, şu çözümsüzlüğü, şu ümitsizliği görmekten daha iyi bir şey olabilir..

 

 

Bize inanmayacakları günlerin hasretiyle…

Sabahın serinliğini değerlendirelim dedik ve kızımla dışarıda biraz bisikletle dolaştık. Sonra eve geldik. Karım kahvaltı hazırlıyordu ve Umay da acıkmıştı.
Televizyonu açtım. Artık bizim televizyon BabyTV’ye ayarlı. Bir zamanlar sabahları haber kanalı açar kahvaltımızı öyle yapardık. Şakasına söylemiyorum, artık BabyTV bana çok daha gerçekçi geliyor. Oradaki şarkıları seviyorum, karakterleri de gerçekçi buluyorum.

Bu arada aklıma geldi ve dolar kuruna baktım. 5,75 civarındaydı. Vay canına dedim. Dün akşam son gördüğümde 5,45 gibi bir yerlerdeydi. Bakalım bir zamanlar neredeyse her sabah izlediğimiz CNNTurk’teki Parametre programında kur hakkında ne konuşuyorlar diye düşündüm (gülmeyin, nedense öyle düşündüm) ve BabyTv’den CNN’e geçtim. Saçma sapan birkaç laftan sonra Ordu’da yağan yağmurdan falan bahsetmeye başladılar, hatta canlı yayına geçtiler. Sel olmuş…

Bu arada dolar 5,8 oldu. Ben mutfağa gidip kızımın yumurta tabağını getirdim. Dolar 5,9 oldu. Yine mutfağa gittim ve peynir-domates tabağını getirdim. Dolar 6 oldu. Karıma kızarttığı şeyleri çabuk kızartıp hemen gelmesini söyledim. Bir şeyler oluyor dedim. Dolar 6,10 oldu. Çaydanlığı alıp geldiğimde 6,20 olmuştu. Karım salona geldiğinde 6,30’u geçmişti. Tüm bu olaylar olurken Umay mama sandalyesindeydi ve bırakıldığı yerde sabırla bekleyen bir çocuk olmadığı için sofrayı hazırlamak için elimizi çabuk tutuyorduk. Ama biz kahvaltı tabaklarını masaya getirene kadar kur 5,75’ten 6,3’a fırladı.
Tüm bunlar olurken, kim olduğunu bilmediğim gözlüklü bir adam ekranda uzata uzata rehine rahip pazarlığında kat ettiğimiz mesafeyi, bizimkilerin kararlılığını, bugün açıklanacak ekonomik planın heyecanla beklendiğini falan anlatıp durdu. Arada kendine göre sağ üste bakıp duruyordu, sanırım kur ekranı oradaydı.

 

 

 

Bu adam kimdir necidir bilemem, eskiden çok izlerdim bu kanalları, gazeteci yorumcu tayfasını falan tanırdım da artık bu yeni camiayı pek bilmiyorum. Bir ekonomi programına yorumcu olarak çıkmışsın ve o sırada döviz kurları sadece 10-15dk içinde tarihi sıçramalar yapıyorlar ama sen ısrarla sanki merak eden varmış gibi rehine pazarlığı anlatıyorsun.. Hele bundan sonra, stüdyoda oturan sakallı bir adama söz verdiler ki o arkadaş daha bombaydı. Zaten kedi bakışlı sunucu kız sözü adama verirken adamın yüzünde “aha da sıçtık, bakalım ne konuşacağız” gibi bir ifade vardı. Ben olsam dedim karıma, stüdyoda sıranın bana gelmesini beklerken tuvalete gider ve böyle tarihi bir anda yalakalık yapmak niye bana patladı diye de isyan ederek kafamı lavaboya vurup kendimi ekrana çıkamayacak kadar yaralardım. Ben bu yayına çıkmazdım arkadaş.. Şu pozisyona gelip, ciddi olmaya çalışarak “kurdaki hareketlerin siyasi olduğunu herkes biliyor, ekonomiyle ilgisi yok” demezdim. Bu günlerin yarınları var.

Bu iş artık gerçekten absürt bir hal aldı. Bu insanları aşağılamak, onlarla alay etmek istemiyorum. Meslek ahlakı ile ilgili yorum yapmak da işin kolay kısmı bence. Belki bu insanları gerçekten tehdit ediyorlar. İnsanların çoluğu çocuğu var. Ben peşin hüküm vermek istemiyorum. Normalde böyle olmaz, olamaz..

Sonra fırtına devam ederken ve Umay yumurtasını çok nazlanmadan yerken BabyTV’ye geri döndük. Oradaki karakterlerin daha gerçekçi olduklarını söylemiştim, değil mi?

Bu arada ben altyazılarda başka bir bomba da görmüştüm. İnternete girince olay direkt suratıma çarptı zaten:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Seneler sonra, hayatın akışı bizi dünyanın normallerine geri döndürecek, buna inanıyorum. Umay’a bakınca buna inanmak istiyorum. O zaman laf açılıp da bir zaman böyle bir şey olmuştu, vaziyet böyle böyleyken adam çıkıp böyle demişti diye anlattığımda, gençlerin bana inanmayacaklarını,  kafayı yemiş bu bunak diyeceklerini düşünüp mutlu oluyorum. Bir gün şu olayları anlattığımızda hadi lan deli diyecekleri günler gelecek, buna inanıyorum..

Dolar rekorlara koşarken…

6 Ağustos 2018 Pazartesi.

Türk Lirası, kur para birimleri karşısında resmen eriyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Öğleden sonra dövizin durumuna hiç bakmadım. PC başında olduğum halde. Çalışmamakta ısrar eden bir firmware ile uğraşıyordum.

Akşam eve gelince bilgisayarı açtım. Hala şu firmware aklımda.. Sıcağı sıcağına bakmak istediğim şeyler vardı. Sonra bir haber sitesine girince kuru gördüm. Dolar 5,24 TL olmuştu ! 5,08 olarak başladığı günün akşam üzerinde! Euro’dan hiç haberim yoktu, 6,06 görünce donakaldım.

Kendimle iddiaya girdim. Yandaş haber sitelerinde dövizle ilgili haber var mıydı acaba? Pek bir şakacı olan yandaşlardan birinin sitesine girdim. Dört CHP haberi bir de İyi parti haberi vardı. Hadi, ” rekor” başlığını geçtim. Doların ya da Euro’nun rekor kırması artık alelade bir şey. Peki Merkez Bankası hiçbir şey yapmamış mıydı? Ya da Başkanımız hadi bozdurun dövizleri falan dememiş miydi? CHP’lilerin kendileri bile şu sırada eminim CHP’nin kurultay haberlerini yandaşlar kadar merak etmiyordur. Anladığım, yandaşların şu sıralardaki en büyük derdi “CHP”.

2001 krizini çok iyi hatırlıyorum. Hatta, 94 devalüasyonunu bile sonuçları ile hatırlıyorum. İntihar edenler falan olmuştu çevremizde. Şimdiki gibi bir görmezden gelme olduğunu hiç hatırlamıyorum. Şimdi olanların onda biri o zamanlar olsa ortalık yerinden oynardı, bundan eminim.

Şimdi ise, kur seri rekorlar kırıyor ama bunların muhtemel etkilerini konuşmayı falan bırak, haberini bile yapan yok. Televizyonda döviz ya da kur sözcükleri telaffuz dahi edilmiyor. Sanırım durum çok ciddi ve cicişlerin bu sözcükleri kullanması dahi yasaklandı. Daha önceki rekorlarda dolsa nolur dolmasa nolur diye sırıtan başbakan falan gösteriyorlardı. Ya da ekrana “uzman” çıkarıp hareketler geçici falan dedirtiyorlardı. Bu sessizlik, durumun kontrolden çıktığı anlamına geliyor. Yakında dolardan eurodan bahsetmek hainlik falan da olur, görürsünüz.

Memleket batıyor sen iki buçuk yandaş yalakayı kafaya takmışsın diyebilirsiniz. Haklısınız. Bunlar için meslek onuru ve şeref gibi kavramlar çok uzakta, hem de epeydir. Ama yine de insan şaşırmadan edemiyor. İşin komik yanı, şimdi o stüdyodaki haber ekibi benden daha yakından takip ediyordur şu dakikalarda kuru, bahse varım..

İleri demokrasi nedir diye soranlara basın özgürlüğü dalından bu örneği verebilirsiniz.